Yuvarlakçay Geçilmez

Burası, Muğla Köyceğiz’deki Yuvarlakçay. Burada yüzlerce insan ‘suyu’ bekliyor. Bu insanlar, HES’e karşı Yuvarlakçay’ı koruyor. Düşman gelir de suyu ve ağaçları oradan alır götürür diye gece gündüz orada nöbet tutuyor. Çoluk çocuk, genç, yaşlı, yetişkin. Yüzlerce insan 60 gündür suyunu bekliyor.

Peki, bu insanlar kim? Düşmanları kim? Ne yapmak istiyorlar?

Bu soruların yanıtını bulmak için bir grup arkadaşımla birlikte Yuvarlakçay’a gittim. Orada geçirdiğim iki gün, belki de hayatımın en belirleyici günleriydi.

Köyceğiz’e vardığımızda bizi bölgedeki kamp eyleminin mimarlarından Murat karşıladı. Tedirgin bir ses tonu ile derhal konuya girdi: “Tam zamanında geldiniz, bu gece orman işletmeden baskın bekliyoruz. 200 kadar kolluk kuvveti gelebilir, gece muhtemelen abulakadayız”.

Murat bize yol boyunca Yuvarlakçay eyleminin nasıl geliştiğini anlattı. Şirket inşaat sahası için yavaş yavaş ormanı traşlatmaya başlamış. Kesimi, bölgedeki orman şefliği köyün tarımsal kooperatifine yaptırıyormuş. Kesim sırası mesire ve buluşma yeri olan anıt çınarlara gelince (bölgede çınar yerine kavak adını kullanıyorlar) bölge halkı ayaklanmış. Ağaçların kesilmemesi için kooperatif başkanı ile görüşülmüş ve “kesilmeyecek” diye söz alınmış. Ne var ki, böyle olmamış. Kooperatif başkanı sözünü tutmamış. Az sayıda kooperatif ve orman işçileri bir gece yarısı gizlice asırlık ‘kavakları’ iki saat içinde yerle bir etmiş.

Böylece Yuvarlakçay hareketi doğmuş. Bölge halkı, ağaçlara yapılan katliamı görünce, HES’in Yuvarlakçay’a nasıl bir felaket getireceğini anlamış. HES’in inşa edileceği mesire yerine kamp kurarak suyunu beklemeye koyulmuş. Katledilmiş ‘kavak’ kütüklerini bir anıt gibi üst üste dizmiş ve kendisini Yuvarlaçay’ın gerçek sahibi ilan etmiş. 60 gündür işte tam bu noktada Yuvarlaçay’ın sahipleri suyunu bekliyor.

“Bir gece gelmedim deye candarma gelecekmiş. Bensiz yapameyyonuz dee mi?” Dilara, minibüsten dışarı fırlarken bu cümleyi ortalığa savuruyor ve kısa sürede kampın çekim merkezi haline geliyor. O, yirmili yaşların sonlarında olan bir narenciye yetiştiricisi. Yuvarlakçay’ın suyunu kullanarak tarım yapan Beyobası Beldesi’nde yaşıyor. Sert bakışları, arkadan bağlı uzun saçları, keskin el hareketleri ve cümleleri ile Anadolu kadınının içindeki gücün ete kemiğe bürünmüş hali. Gece boyunca kamptaki kişileri tek tek bana tanıtan Beyobası’nın Pınar Köyü’nden Hayder, Dilara hakkında şunları söylüyor: “Çocukluk arkadaşım. Tarlada beraber çok çalıştık. Hem çok cesurdur, hem de yüreği bir o kadar temizdir”.

Dilara bir yandan etrafında biriken kalabalığı kahkahalara boğuyor, diğer yandan yaşadığı dramı en yalın haliyle hicvediyor:

“Bunlar suyu ne zannedeyyo? Su yoksa ben de yokum. Dört dönüm tarlam var. Orayı ekeyyom, ne çıkarsa bir yıl onu yeyyom. Orayı da elimden aldılar mıydı tamaam. Beni diri diri gömüvercen daha iyi. Bu su, 14 bin köylünün ekmeğini vereyyo. Ben şirket falan tanımam. İsterlerse elektiriğimizi kessinler. Biz gorkmayyız. Bir şirket 14 bin insandan daha önemli değil ya canım. Canımı veririm, suyumu vermem.”

Gece ilerledikçe kamp yerindeki kalabalık daha da artıyor. Baskın olacağını duyan köylü akın akın kampa geliyor. Hayder, yol üzerindeki konvoyu gösterirken “Tabii canım. Belki bin, belki daha çok insan var. Bu hep böyle” diyor. Çadırlardaki tedirginlik tüm cümlelerin içinde hissediliyor: “Muğla’dan yola çıkmışlar… Bir saate burda olabilirler… Bence sabah gelirler… Belki de gelmezler”.

Vadinin dört bir köşesinde kamp ateşleri yükseliyor. Tüm sohbetlerde konu dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor: Asırlık ‘kavaklara’ nasıl kıydılar? Meydandaki son ‘yaşlı kavağın’ etrafı rengarek bezlerle kuşatılmış, ağaç, duaların koruması altında alınmış. Hayder bir yandan ağacın etrafındaki çulları işaret ediyor, diğer yandan, gülümsüyor: “Kocakarılar; inanırlar işte…”. İçimden geçiriyorum: “Ben de inanıyorum…”

Dolanırken yolumuz anaların ninelerin oturduğu çadıra düşüyor. Gidip yanlarına çöküyoruz. Çakır gözlü bir nine elime yapışıyor: “Oğul… Her gece şu su için dua ediyorum. Bu su benden önemlidir. Gerekirse kendimi çiğnetirim, ölürüm de bu suyu vermem. Şirket bize su verse de onu burda istemeyiz. Şu ağaçtan bu taştan kıymetli mi şirket? Biz atamızdan aldık buraları, aldığımız gibi koruduk. Çocuklarımıza bırakacak başka bir şeyimiz yok. Bırakamazsak ölelim daha iyi. Su aklıma geldikçe gözlerim dolar. Uyku tutmaz. Dua eder dururum. Sen de et emi? Allah sizden razı olsun”.

Sabah yaklaştıkça bedenlerimiz yorgun düşüyor. Herkes bir köşede kıvrılmaya başlıyor. Ateş başında nöbetçiler çayı tazeliyor. Ayakta kalanlar sohbete devam ediyor: “Gelmezler gari… Sabah gelirler belki… Kalabalığı duymuşla〠浣〠瑰㸢ﱂﱴﱧ潤慬琿洿欠棢攠政汫ⱥ欠棢㬲6tContentID

￰tCategoryID 
￰ClassID￶￿㿿Priority
￰Header￶￿㿿Spot￶￿㿿SpotImage ￶￿㿿SpotFlash ￶￿㿿SpotVideo ￶￿㿿SpotMusic ￶￿㿿Content￶￿㿿MemberOnly
￱Labelsrdır… Suyumuzu bekliyoruz… Kütükleri alırlarsa deliller silinmiş olalacak…”
Bu sesler arasında uykuya dalıyorum.

Uyandığımda gün kampın ve Yuvarlakçay’ın üzerini aydınlatıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla, kesilmiş ağaç bedenlerinin ve uyuyan insanların arasında yürüyorum. Gece baskınının başka bir geceye kaldığını, ancak ne zaman olursa olsun halkın aynı inançla yine burada olacağını anlıyorum. Herkes o kadar çalışkan, uyumlu ve dirençli ki; kurtuluş savaşının nasıl bir ruh haliyle verildiğini hayatımda ilk defa idrak ediyorum.

Yüzümü yıkamak ve su içmek için Yuvarlakçay’a yürüyorum. Çay, masmavi bedeniyle tam karşımda çağlıyor. Vadinin öte tarafındaki pankart gözüme ilişiyor: ‘Yuvarlakçay. İlk bakışta aşk.’ Yüzümü ve ellerimi suya doğrultuyorum. Dünyanın tam kalbindeyim. Yerin altından yerin yüzüne fışkıran pınarların suyunu içiyorum. Aslında bir vadide değil, bir atardamarın içinde oturuyorum. Dünyanın damarlarından akan suyu kana kana içiyorum. Çok şükür…

Arkamı döndüğümde kampın yavaş yavaş uyandığını görüyorum. Ateşin başına gidip bedenimi ısıtıyorum. Amcalardan biri soruyor: “Sence bu işin sonu ne olur? Bu su kurtlulur mu?”. Sizde bu inanç, bu yürek varken hiçbir şey olmaz. Gör bak, her şey yoluna girecek demek istiyorum. Ancak hiçbirini diyemiyorum. Çünkü burada çok daha kararlı bir hareket olduğunu, insan vicdanının ayaklandığını ve Yuvarlakçay’ın aslında dünyanın kurtuluş savaşının başladığı noktalardan biri olduğunu görebiliyorum. Uzunca bir sessizlikten sonra, amcamın gözleri ile gözlerim buluşuyor. Dudaklarımdan sadece iki kelime düşebiliyor:

Yuvarlakçay geçilmez!