Uçarsu Efsanesi

Denizden gelen esinti, tam karşıdaki çınar ağcının gölgesi ve şadırvandaki suyun sesi sokağa canlılık veriyordu. Ali Dede elindeki bakır tasa kedileri için şadırvandan su doldurdu. Su buz gibiydi. Arap Kaymakam, yukarıdaki derelerden dağlara künkler döşeterek getirmiş, şadırvanı da o yaptırmıştı. Ali dede bütün gün dükkânını açar ama bir şey satmazdı.

Karanlık dükkânında, boş raflarda sadece boş bisküvi kutuları dururdu. Kimse ile konuşmaz, kafasını kaldırıp kimsenin yüzüne bakmazdı. Hep kendi kendine yutarak ve mırıltılı konuşur, konuştukları hiç anlaşılmazdı. Büyük baskında adadaki yangından sonra hiç kimsesi kalmamış. Dükkânının arkasındaki tek göz odada yalnız yaşardı. Timur’un farkına varmadı. Mahalledeki çocukların varlığından zaten haberdar değildi. Ceketinin yakasına yapışan siyah kedi yavrusunu severek karanlık dükkânında kayboldu. Ali Dede’nin dükkânının yanında ve karşısında, yokuşun iki tarafında iki katlı cumbalı evler sıralanmıştı. Evlerin arasındaki dar sokağın ağzında, Nergis ve mahalleli kızlar herzamanki gibi toplanmışlar aralarında konuşuyorlardı. Kızlar, yoldan hızlı adımlarla geçen Timur’a gülümseyerek baktılar. Timur’u fark eden Nergis ani bir hareketle arkadaşlarından ayrıldı ve sevinçle zıplayıp ellerini çırparak Timur’a doğru koştu ve balkonda oturan anneannesine,

— Anneciğim koş bak bugün Timur saat kazanmış diye seslendi. Timur şaşırdı. Durdu. Okuldaki yarışmada birinci olmuş ve bir saat kazanmıştı. Bir şey söyleyemedi. Nergis, Timura iyice sokuldu.

— Bugün yine tepeye çıkalım mı dedi ve beraberce yürüdüler. Zaten evleri aynı sokakta ve alt altaydı.

Tepeye çıkmak için önce yolun kenarındaki dik kayalıkları tırmanacaklar, sonra çalılıkların arasındaki toprak yoldan yürüyerek tepenin ortalarına kadar gideceklerdi. Önde Nergis, arkada Timur, Timur’un da yardımıyla dik kayayı tırmanarak küçük mağaraya kadar geldiler. Mağaranın küçük kapısından içeriye girdiler. Mağaranın, iki katta küçük iki odası, taş sedirleri ve duvarlarında minik rafları vardı. Nergis, taş sedirin üzerine örtü serer gibi yaparak Timur’a sedirde oturalım işareti yaptı. Timur oyunu sevmemişti. Nergis’e burada durmayalım tepeye çıkalım dedi. Mağaranın üst katındaki pencerelerden dışarıya baktılar. Yan taraftaki kayalıkları geniş dallarıyla örten büyük harnup ağacının dibinde deli Haydar’ın ini vardı. Deli Haydar, mağaranın önündeki taşların üzerinde oturuyordu. Ona gözükmemek için kapıdan usulca çıktılar. Ama Deli Haydar onları mağaraya girerken görmüştü. Oturduğu yerden ayağa kalktı ve denize doğru dönerek hepinizi bombardımana tutacağım hepinizi bombalayacağım hayt be diyerek narasını attı. Sonra da,

—Evlerimizi mezar yaptık mezarlarımızı ev.

—Kurtarmaya gelmiyor bizim gemiler diye her zaman dilinde olan şarkısını söyledi.

Çok seyrek çarşıya inerdi. Kısa beyaz sakalı, mavi gözleri vardı. İninde her yer kararmış kirli giysilerle doluydu. Üstünde yaz, kış hiç çıkarmadığı uzun siyah bir paltosu ve başında siyah kasketi olurdu. Gemiciymiş. Gemisi büyük bombardımanda, baskında parçalanmış, yakmışlar. Deli Haydar’ın narasıyla beraber yandaki kayaların üstündeki mağaradan dışarıya kara sakallı şişko bir adam çıktı. Deli Haydar’a doğru baktı. Sonra olduğu yerde dönerek tekrar inine girdi. Şişko Adam, Deli Haydar’ın her narasında dışarıya çıkardı. Buraya yeni gelmiş, hiç kimseyle konuşmazmış ve yabancı bir adı varmış. Timur ve Nergis tepede tırmanmaya devam ettiler.

Geven dikenlerinin bir yerlerine batmaması ve sütleğenlerin yapışkan yapraklarına sürtünmemek için çalıların arasından itina ile yürüdüler. Çift Dam’ın önüne kadar geldiler. Çift Dam, tepedeki en büyük mağaraydı ve içinde hep birileri otururdu. İçeriye bakmaya çekindiler. Çift Dam’ın önünden geçerek damın üstündeki yassı kayalara oturdular. Timur, her yeri örten pembe dallı datçalılarından bir demet yaparak Nergise verdi. Nergis, küçük yeşil yaprakları ve ince dalları birbirine geçirerek bir tac yaptı ve Timur’un kafasına yerleştirdi. Timur, tacı Nergis’in başına koyarak sana daha çok yakıştı, tac kızlar içindir, sende kalsın dedi. Birbirlerine iyice sokuldular karşıdaki denizi ve adaları seyrettiler. Nergis, adaların arkasındaki ufuk çizgisini işaret ederek Timur’a, annesi, babası ve kardeşi için orada yaşıyorlar dedi. Çalılıkların arasından adaçayı elması, pıynar ağaçlarından pelit topladılar. Kayalardan inmek için el ele tutusarak akşam olmadan evlerine döndüler. Ayrılırken Timur Nergise,

— Tacı sakın kaybetme. Nergis de,

— Hep saklayacağım dedi.

Timur bu cevaba çok mutlu olmuş, aşkına karşılık bulmuştu.

Uçak ona doğru iyice yaklaştı. Uçağın içindeki güleç yüzlü genç adam uçaktan aşağıya eğilerek ona,

—Adın ne diye sordu. Timur evlerinin arkasındaki şose yolda tel arabasıyla direksiyon ve patinaj hareketleri yaparak dürt düüt vın vın gidiyoruz, gidiyoruz yok mu gelen diyerek arabacılık oynuyordu. Başını uçağa doğru kaldırdı. O da genç adama gülümseyerek,

— Benim adım Timur dedi genç adam,

— Nereye gidiyorsun? Sen de bizimle gel.

— Hayır. Ben arabayla gideceğim.

— Arkadaşın bizimle geliyor. Arkadaki uçakta.

— Hangi arkadaşım adı ne?

— Nergis.

Timur Nergisi görebilmek için arkadan gelen uçaklara baktı. Mağaraların denize indiği yerden rengârenk uçaklar geliyordu. Uçaklar yolun altındaki dut ağaçlarına neredeyse dokunarak ve evlerinin kiremit örtülerinin üstünden geçerek, karşıdaki dağların arasından akıp gittiler. Karşıdaki dağın yamacından tepeyi aşmak üzere duran bir gemi göründü. Geminin uzun sarı bir gövdesi vardı. Birdenbire denizden, adalar üzerinden gürültüler ve uğultular içerisinde bir sürü askeri uçak hızla uçarak dağlara doğru geldiler, sonra aniden geri dönüp geldikleri yerde kayboldular.

Annesi, kumrular bile el göçtü biz kaldık diye ötüyorlar diye söylenerek merdivenlerden yukarıya çıktı. Ona göre kumrular guguklamaya başlayınca artık göçeceksin demekti. Yolun kenarındaki duvara oturdu ve Timur’u izlemeye başladı. Boynuz ağacından kumruların guguk guk (el göçtü biz kaldık), guguk guk sesleri, topluca öten cırcır böceklerinin sesleri ile bütün mahalleye yayılıyordu. Herkes yaylaya göçmüştü. Sadece yolun aşağısındaki taş evde torunu ile yaşlı bir kadın oturuyordu. Onlar yaylaya hiç göçmez ve onlarla kimse konuşmazdı. Yaşlı kadın elinde bir tabak dolma ile aşağıdan gözüktü ve duvarın başına gelerek annesinin yanına oturdu. Dolmayı annesine verdi. Yaşlı kadının getirdiği yemekleri evde annesinden başka kimse yemezdi. Herkes gâvurun tabağından yemek yenmez, bardağından su içilmez derdi. Annesi yaşlı kadının getirdiği yemekleri alır ve çoğunlukla Deli Haydar’a verirdi. Deli Haydar’a kendisi de yemek verirdi. Yaşlı kadın fısıltılı bir sesle konuşuyordu.

— Bizi buradan gönderecekler. Büyük baskında gemideki yangında ölen kocası için Allahtan Rafet belediyede çalışmış. Onu çok seviyorlar. İstediğimiz yere gitmemize göz yumacaklar dedi. Timur konuşulanları duyabilmek için telden yaptığı arabasını duvarın yanından yolun dibindeki kayaya doğru sürüyor ve kayadan yola viraj dönme hareketleri yaparak gidip geliyordu. Birden ayağı takıldı ve kayalara çarparak düştü.

Uyandığında babası ona bakıyordu. Elindeki sütlü çikolataları yastığının altına koyarak Timur’a gülümsedi ve ne o virajı alamamışsın dedi. Timur’un dudağı yarılmış ve dudağına hastanede dikiş atmışlardı. Timur babasına Nergis’i nereye götürecekler diye sordu. Babası, çocuklar böyle şeyleri konuşmazlar. Bunu sakın dışarıda hiçbir yerde konuşma dedi. Annesi eski taş mutfaktan babasına seslendi.

— Ben sana artık göçelim diyorum. Sen hareket etmiyorsun. Bu çocuğun arkadaşı kalmadı. Koca adam oldu hala arabacılık oynuyor, çocukluktan kurtulamadı. Bir gün şeytan kandıracak dedi. Babası annesine,

— Tamam. Yarın şeritleri hazırlayalım diye cevap verdi. Daha sonra annesi yanlarına gelerek babasına fısıltıyla,

—Komşu akşam bize gelecek. Seninle konuşmak istiyor. Nergis’i size verelim, oğlunuzdan birisiyle evlendirirsiniz diyor dedi. Babası,

—Olmaz. Sen karışma. Ben konuşurum. Bu sorumluluğu taşıyamam dedi.

Akşam yaşlı kadın gelince evde herkes ne söyleyecek diye nefesini tuttu. Babası yaşlı kadına olmaz. Daha çok küçükler diye cevap verdi. O günden sonra onlardan hiç konuşmadılar. Zaten artık onları hiç görmediler. Deli Haydar, Ali Dede ve yabancı şişko adam da gözükmediler.

Sabah daha gün doğmadan uyandılar. Şeritler için kıl çaputlar çıkarıldı. Yatakları şeritlere yük yaparak sardılar. İbrik, sürahi ve kap kacak kasalara konuldu. Radyo ve aynayı yanlarına aldılar. Eşyaları yola çıkardılar ve hep birlikte kamyonu beklemeye başladılar. Kamyon, küçük kasalı ve kırmızı burunlu küçük bir kamyondu. Önce, öte yakadan göçleri alacak, en son kendilerine gelecekti. Eşyaları kamyona, şeritler önde, kasalar arkada olacak şekilde yerleştirdiler. Kadınlar önde şeritlerin, çocuklar arkada kasaların üzerinde oturarak yola çıktılar. Bütün gün sürekli tırmanarak gideceklerdi. Dağları aştılar. Ormanlardan geçtiler. Yolda, karşıdan karşıya koşarak geçen tavşanları, sincapları ve keçi sürülerini seyrettiler. Yaz gelince, sular iyice azalmaya başlayınca hayvanlar kendiliğinden yaylanın yolunu tutarmış. Virajlı yolun hemen bitimindeki büyük düzlüğe inerken çam ağaçlarının önünde ard arda dizilen değirmenlerden yol boyunca çok sevdiği buğday ununun taze kokusu yayılıyordu. İri gövdeli büyük meşe ağaçlarının olduğu düzlükte mola verdiler. Yolluk için hazırladıkları haşlanmış tavuk, yumurta ve patates yediler. Ardıç ağaçlarının arasındaki çeşmeden su içtiler ve serinlediler. Dar yolda, yolun iki tarafından tepelere doğru ağan sedir ağaçlarının arasından geçerken karşıda Akdağ’ın uzun çıplak tepesini gördüler. Akdağın bütün yamaçları bembeyaz kar örtülüydü. Karın serin sulu kokusunu ciğerlerinde hissettiler. Timur karşıdan önce ardıç, sonra da servi ağaçlarının arasından kendi evlerini bulmaya çalıştı. Evlerine iyice yaklaşmışlardı.

Eşyaları hep birlikte taşıdılar. Herkes yardıma geldi. Kadınlar evi kireç ile badanalamışlar, sarı tahta boyasıyla boyamışlardı. Adalardan kaçak gelen dikiş makinesini, vitrin süslerini ve ipek kumaşları itina ile yerleştirdiler. Göçün tamamı ertesi gün gelecekti. Timur, göçün gelişini seyretmek için sabah erkenden kalktı ve balkona koştu. Göçün önünde ince kumaştan temiz ceketleri, yakaları iliklenmiş gömlekleri ve en yeni şapkaları ile atlarının üzerinde yaşlı adamlar geçtiler. Ak yüzleri traşlı idi. Her ata bir deve bağlıydı. Develer ve atlar kırmızı siyah örgüler ve gök boncuklarla süslenmiş develerin üzerindeki yükler her evin en yeni kilimleriyle örtülmüştü. Arkadan katırlarının üzerinde kadınlar geçiyordu. Yeni çarşaflarının içinde çiçekli fistanları gözüküyordu. Ak dastarlı ve güleç yüzlüydüler. Kadınların arkasından gençler ve çocuklar yürüyerek geçtiler. En arkada keçi sürüleri, inekler ve atlar sürüler halinde geçiyor, çobanlar sürülerin etrafında koşuşturuyordu. Timur göçten sonra bahçeye indi. Bahçede uzun silindir arı kovanları üst üste dizilmişti. Köşedeki ahırda inekleri ve buzağıları vardı. Katırlar ve atlar yan yana takılıydı. Timur beyaz atın yanına giderek onu sevdi ve ata seninle çok koşacağız dedi. Bahçenin ortasından geçen su arkı bahçeyi ikiye bölüyordu. Ark boyunca kızılcık ağaçları dizilmişti. Arkın yanından geçerken kurbağalar cup cup suya atladılar. Bahçenin alt kısmında tavşan başı elması, şeker armudu ve erik ağaçları vardı. Bahçenin etrafı çayırlarla ve servi ağaçlarıyla çevrilmişti. Timur, kargalar gelmiş midir diye servi ağaçlarının tepesine baktı. Annesi kargaların geçmişten, atalarından haber getirdiğine inanır ve onlara ayrı bir özen gösterirdi.

Akşam ezan okunurken önce dağlar sessizliğe bürünürdü. Hava kararmaya başlamıştı. Herkes evde toplandı. Timur balkonda oturuyor eve dönüşü seyrediyordu. Yoldan geçen yabancı bir adam,

— Selamünaleyküm diyerek Timura seslendi.

— Ben oduncuyum dağlardan geliyorum. Geç oldu. Artık tekkeye yetişemem. Akşamlamaya tanrı misafiri kabul eder misiniz diye sordu. Timur bir şey diyemedi. Evleri kalabalıktı. Babasının misafirleri vardı. Panayırda alışveriş yapmak için gelmişler, bir haftadır onlarda kalıyorlardı. Babası içeride onlarla oturuyordu. Babasına sordu. Babası,

—Sorulur mu oğlum diyerek ayağa kalktı ve yabancı adamı birlikte karşıladılar.

Evde herkes namaza durmuştu. Yabancı adam abdest alırken Timur ve babası adamın eline ibrikle su döktü. Havlu tuttu. Adamın kırmızı bir yüzü, üzerinde gri uzun bir hırkası, başında kızıl desenleri olan sarığı vardı. Kuşağından yay gibi kıvrılmış ve siyah sapında kırmızı çiçek işlemeleri olan bir bıçak çıkardı ve Timur’a verdi. Bu senin olsun. Oduncu bıçağı. Oduncu bıçağı çok az ve zor bulunurdu. Timur bıçağı aldı cebine koydu ve sonra defalarca cebinden çıkartıp çıkartıp baktı. Bıçağı çok sevmişti. Yemekten sonra babasına,

— Yabancı adam kimmiş diye sordu. Babası

— Sorulur mu söylemiş ya işte. Tanrı misafiri. Annesi de,

— Yoldan geçene su verilir, ekmek verilir. Kim olduğu sorulmaz. Belki de Hızır’dır dedi.

Sabah kalktığında oduncu gitmişti.

Ertesi gün önce misafirlerini uğurladılar. Misafirleri panayırdan giysi, kap kacak, çeyizlik alışverişlerini yapmışlar, katırlarını yükleyerek yola çıkmışlardı. Annesi de yıllık ve hediyelik panayır alış verişlerini onlarla birlikte tamamlamıştı. Yayladaki akrabalarına ziyarete gideceklerdi. Bir de düğün vardı. Misafirler gittikten sonra onlar da eşyalarını katırlara yüklediler. Timur ve annesi ve iki kadın ile beraber katırlara binerek yola çıktılar. Yollarda eşkiyalar olurdu. Amcası eşkiya için yeni erzak göndermişti. Eşkiya, erzak göndermeyen köyleri basarmış. Eşkiyalar amcasını da yayladaki akrabalarını da tanıyorlardı. Bu yüzden eşkiya korkusu duymadan dar ve ıssız yolda sürekli tırmanarak bütün gün yol gittiler. Aşağıda sıra dağlar ve uzun bir vadi göz alabildiğince uzanıyordu. Timur kadınların arasında gidiyordu. Bu sene panayırda gösteri çadırlarının önünde bol makyajlı çingene kızları ve ateş yutan adamların birlikte söyledikleri

Aya bak, yıldıza bak. Suya giden kıza bak.

Kız Allah’ı seversen, dön de biraz bize bak.

Lemi de hayranın olim. Karakız çobanın olim.

şarkısını arka arkaya birkaç defa söyledi. Tek erkek oydu. İki dağ arasından, kısıktan geçerken yol sadece tek bir katırın geçebileceği kadar daraldı. Sarp ve keskin kayalar, yolun kenarından iki dağın en yüksek tepesine doğru dikleşerek çıkıyordu. Yuvarlak büyük kaya parçaları arasından güçlükle ilerlediler. En arkadaki kadın önünden giden Timur’a,

— Arkada Yeşilgöl var, sakın arkana bakma dedi. Timur’un önündeki kadın da,

— Erkek çocuklar Yeşilgöl’e bakmazlar. Hiç arkana bakmadan git diye tekrarladı. Timur korkmuştu. Katırını en önde gitmekte olan annesine doğru sürdü. Ona iyice yaklaşarak,

— Kadınlar Yeşilgöl’e bakma diyorlar dedi. Annesi,

— Evet, Yeşilgöl’deki kadın, erkek çocukları kandırıyormuş. Sakın arkana bakma dedi.

Timur en arkada kalmadan ve devamlı kadınlarla konuşarak yollarına devam ettiler. Akşam olmadan yaylaya vardılar.

Kaldıkları çadırda hiç erkek yoktu. Sabah höşmerim yediler. Çadırın en küçük kızı Timur’a gülerek yaklaştı. Kızın kurumuş bir yüzü vardı. Elleri çıtır yarıktı. Timur kızdan hoşlanmadı. Kadınlar kızın annesine,

— Kızın beşik kertmesi var mı diye sordular ve Timur’un annesine baktılar. Timur’un annesi,

— Biz çocukların hiçbirine beşik kertmesi yapmadık dedi. Sonra da Timur’a

— Haydi, beraberce dışarı çıkın. Karlarda kayarsınız ama geç kalmayın, akşama düğün var dedi. Kız ve Timur beraberce dışarı çıktılar. Tepelere doğru uzanan kar kütlelerinden eriyen sular, düzlüğün tam ortasında uzun bir kanal oluşturmuş ve düzlüğü ortadan ikiye bölmüştü. Kanalın kenarlarındaki çayırlarda besili yaban atları yayılıyordu. Kanalın iki tarafındaki düzlükte siyahlı beyazlı büyük ve gösterişli çadırlar kurulu idi. Çadırın küçük kızı Timur’u kar kütlelerine götürdü. Bir süre birlikte karda kaydılar. Timur kızla oynamaktan sıkılmıştı. Karda kaymayı bıraktılar. Kız,

— Düzlüğe, çadıra dönelim dedi.

Timur düzlükteki çadırı kolayca bulabileceğini düşünerek yalnız kalmak istedi. Kız çadırlarına dönünce Timur koşarak kar kütlesinin tepesine tekrar çıktı ve kendi kendine kaymaya başladı. Bir süre sonra yan taraftaki kar kütlesinde bir başkasını fark etti. Timur tepeye çıkınca o da çıkıyor, kayınca o da kayıyordu. Sonra bu aralarında bir yarış halini aldı. Birbirlerine iyice yaklaşarak birlikte kaymaya başladılar. Artık yuvarlanarak, birbirlerine çarparak, birbirlerine sarılarak kayıyorlardı. Kar kütlelerinde kaymak her ikisi için de eğlenceli bir hal almıştı. İyice yoruldular tepedeki ardıç ağacının dibinde oturdular. Timur,

— Senin adın ne dedi. Kızın yanakları al, al, elleri beyaz ve yeşil gözleri vardı.

—Yeşil. Tepenin diğer tarafını işaret ederek aşağıda Kızıltaş’ta oturuyoruz dedi.

—Akşam düğün var biz düğüne geldik. Düğüne gelecek misiniz?

Düğün için düzlüğün ortasında büyük bir ateş yakılmıştı. Erkekler ateşin etrafını daire gibi çevirerek oturmuşlar, bir kısmı arap ile zenne oyununu oynuyor bir kısmı onları seyrediyorlardı. Zenne kaçıyor Arap kovalıyordu. Kadınlar kıl çaputlarla ayrılmış alanda oturmuşlar, kaşıkçı ve delbekçi kadınlarla hep birlikte türkü söylüyorlardı.

Şu karşıki dağda yıldız ışılar.

Soktular kamayı kanım fışılar.

Kurtarmaya gelmiyor zalim komşular.

Timur düğünde Yeşil’i aradı ama bulamadı. Onu göremeyince canı sıkılmıştı. Timur’un huysuzlandığını gören annesi niye etrafına bakınıp duruyorsun, birini mi arıyorsun diye sordu. Timur, Yeşil’i bekliyorum dedi. Düzlükteki kadınlar Timur’un annesine, Samıt’ın kızı Yeşil. Yeşil’in, aşağıda Kızıltaş’ta, yurtta annesi ile yalnız yaşadıklarını, keçi besleyip yün eğirdiklerini söylediler. Adalardaki bombardımanda, büyük baskında kocası ölmüş. Buralara kadar gelmişler. Topluma girmezler. Kimse ile konuşmazlar. Onlarla da kimse konuşmaz dediler. Ertesi gün kadınlar, akrabalara ve gelin gezmesine gittiler. Timur bir yolunu bulup kimseye görünmeden kadınlardan sıvıştı Yeşil’in yanına gitti. Yeşil, ardıç ağacının dibinde yün eğiriyordu. Yeşil, Timur’a kendi yerlerini, Beyaz Mağara’yı göstermek istedi. Beyaz Mağara Akdağ’ın en büyük kar mağarası idi. Yeşil, kuzularını topladı ve birlikte aşağıya Kızıltaş’a doğru indiler. Yeşil’in annesi kayaların dibindeki yurtta, derenin kenarında keçileri sağıyordu. Yeşil, kuzuları annesine bıraktı ve beraberce Kızıltaş’ın yanından mağaraya içeri girdiler. Mağara çok büyüktü. Mağaranın içinde her yer kar ile örtülüydü. Mağaranın içinde masmavi bir gökyüzü ve kardan bir dağ vardı. Beyaz dağ güneşin altında parlıyor ve mağaranın aşağılarına doğru uzanıyordu. Mağarada biraz yürüdüler ama fazla ilerlemeye korktular. Mağaradan çıkınca kardan kamaşan gözlerini titreyerek ve oğuşturarak açtılar. Yeşil etrafına bakındı. Biraz ileride kayanın arasından gak guvak gak guvak diye öterek bir kınalı keklik gözüktü. Koşar gibi onlara doğru geldi ve durdu. Timur onu yakalamak için birden kekliğe doğru koştu ama yakalayamadı. Yeşil, Timur’a, çok hızlı gider onu yakalayamazsın dedi ve keklik gibi öterek onu yanına çağırdı. Keklik ağır ve ürkek adımlarla Yeşil’e doğru yürüdü. Yeşil onu kucağına aldı sevdi. Bunun adı kınalı keklik onu kimse yakalayamaz. Çok güzel öter, bütün kuşları yanına toplar dedi ve Yeşil ve keklik birlikte ötmeye başladılar. Etrafta kayalıkların arasından önce keklik yavruları sonra kartal yavruları çıkmaya başladılar. Kınalı keklik öttükçe çoğaldılar. Timur kınalı kekliği çok sevdi. Eline alıp sevmek istedi. Yeşil elindeki kekliği Timur’a vererek bunu al, koynuna koy. Senin kekliğin olsun. Kimseye verme. Uçmaya başlayınca dağlara doğru sal, o buralara gelir. Sonra Kızıltaş’ta kayaların üzerine oturarak aşağıda önlerinde uzanan sıra dağları seyrettiler. Kızılkayalıklar aşağıya kar derelerine kadar iniyor, yukarıdaki dik kayalıkların arasında yeşil göl duruyordu.

Kızıltaş’tan ardıç ağacına kadar tekrar beraber geldiler. Timur, Yeşil’e ertesi gün evlerine döneceklerini söylemişti. Ayrıldılar. Timur kınalı kekliği annesinden ve kadınlardan yol boyunca koynunda sakladı. Evde arkadaşlarından bulduğu bir kafese yerleştirdi.

Kınalı keklikle arkadaş oldu. Onunla birlikte öttü, onu bahçede dolaştırdı ve onu her şeyden uzak tuttu. Annesinin kargalara vermek için ayırdığı darılardan yedirdi. Annesi kınalı kekliği fark etmekte gecikmemişti. Yayladaki Yeşil’i de annesini de biliyordu. Gençliğinde Yeşil’in annesi ile arkadaşlık yapmıştı. Birlikte çoban bakacağından yük gemilerinin adalara sefere gidişini ve gelişini seyrederlerdi. Kocası kömür iskelesinde kömür yakar, adalara gemiyle kaçak kömür göderirdi. Büyük baskında, bir taşın arkasından korkuyla savaşı izlemişler ve bombardımanın bitmesini beklemişlerdi. Adalar ve kömür iskelesi gözlerinin önünde yerle bir olmuş, yanıbaşlarına bomba ve top parçaları düşmüştü. Kocası kömür iskelesinde o günkü büyük bombardımanda genç yaşta ölmüş, o da korku ve üzüntüden dilini yutmuştu. Yeşil’in annesi o günden beri hep sağır ve dilsizdi. Annesi Timur’a aman oğlum kınalı kekliğe iyi bak. Avcıların eline geçmesin. Kınalı kekliği, keklik avlamak için kullanırlar. Çok güzel ötüyor. Bütün keklikleri onunla kandırırlar. Onu uçunca dağlara bırak. Kimsenin eline geçmesin, annesinin babasının yanına gitsin diye ikaz etti. Timur, Yeşil’e söz vermişti. Kınalı keklik uçmaya başlayınca onu Akdağ’a doğru salacaktı.

Hacılı her sene panayır sonrasında ziyaretlerine gelirdi. Vadinin ucundaki düzlükte yaşıyordu. Yüz yaşında olduğunu ve dokuz kere hacca gittiğini söylerdi. Kendisine bu yüzden Hacılı demişler. İyice kısalmış boyu, küçük çekik gözleri, uzun beyaz sakalı ve duru bir yüzü vardı. Hacılı beyaz sarığını itina ile çıkardı. Masanın üzerine koydu. Ucunda dantel işlemeleri olan beyaz örtülü sedire oturdu. Karşıda pencerenin önünde duran radyoyu, dinlemeyin şeytan icadı diyerek kapattırdı. Timura,

—Otur, bu defa sana anlatacaklarım var.

Bu yörenin beyi büyük büyük dedeniz diyerek Yeşilgöl efsanesini anlatmaya başladı. Beyin adı Ali Veli. Onun beyliğinde her yerde sular bol, tarlalar verimli, hayvanların etleri sıkı ve kokulu imiş. Ali Veli’nin heybetli görünümü, adil yönetimi ve obasındaki bolluk dillere destan olmuş. Bu durum yöredeki cinlerin dikkatini çekmiş ve kraliçe cin Ali Veli’ye âşık olmuş ve onu her yerde takip etmeye başlamış. Değişik görüntülerde ve değişik yerlerde beyin önüne çıkıyor, naz ediyor, bel kıvırıyor ancak bir türlü karşılık göremiyormuş. Ne yaptıysa olmamış. Ali Veli’nin aklını da gönlünü de çevirememiş. Sahilden Akdağ’a göç zamanı imiş. Yine göç başlamış. Akşama doğru Toroslar’ın eteğinde mola vermişler. Oba, çadırlarını kurup hayvanlarını sularken ve bir taraftan da ateşi yakıp akşama hazırlık yaparken beyin çadırına bir atlı haberci gelmiş. Haberci, beye, sahilde kalan babasının aniden hastalandığını ve birden yatağa düştüğünü söylemiş. Ali Veli’nin babası bir kısım akrabaları ile birlikte Meis ve adalarla olan ticareti devam ettirmek için sahilde bekçi kalmış. Hep böyle olurmuş. Obanın bir kısmı sahilde ticaret için bir kısmı da yaylada ürün için bekçi kalırmış. Bey derhal atına atlamış ve doğru sahilin yolunu tutmuş. Adamları beraber gidelim, seni yalnız bırakmayalım dedilerse de kabul etmemiş. Siz burada obanın başından ayrılmayın yolunuza devam edin, göçü devam ettirin ben size yetişirim demiş ve yola çıkmış.

Sahil mola yerine bir hayli uzaktaymış. Ali Veli’ye debelleş olan cin bunu fırsat bilmiş ve dünyanın en güzel ve en çekici kadını kılığına girerek beyin yolunu kesmeye karar vermiş. Bey, göçlerin ilk mola yeri olan bol gölgeli yüksek meşe ağaçlarının altındaki çeşme başına kadar hiç durmadan tek başına dönmüş gelmiş. Elini yüzünü yıkayıp suyunu içtikten ve atını suladıktan sonra tam ata binmeye hazırlanırken,

Ali Veli al beni, al yanına koy beni

diye işveli bir kadın sesi duymuş. Ali Veli önce destur çekmiş ve sonra sese doğru dönmüş ve öylece kalakalmış. Kadın beye, ben aşağıdan zahireci Niko’nun yanındaydım. Çete baskınından kaçtım. Oduncu Cemil’in yurduna gönderdiler. Orada kalmak istemiyorum. Beni yanına al, himayene al demiş. Bey Oduncu Cemil’i duyarmış ve bilirmiş. Oduncu Cemil saf, temiz ve sakin bir adammış. Hep obadan ayrı hareket eder, ayrı yerlerde yurt kurarmış. Çoğu zaman Akdağ’ın en uzak yerindeki suların çıktığı yerde yaşar ve aynaya bakarmış. Aynada olanları görür ve yöreye haber verirmiş. İnsanların arasına pek karışmazmış. Ona kimse uğramaz ve de onunla kimse uğraşmazmış. Devletin adamları bile vergi almak için herkesi tek tek yoklarken, onun yurdunun önünden hızlı hızlı geçerlermiş. Çünkü cinleri varmış, ona gözükürler, gelmişten, geçmişten her şeyden onu haberdar ederlermiş. Bütün ovayı, ta tepeden gören yerdeki yurdundan bütün ovada ve dağın eteğinde yaşayanları tek tek izler ve gördüklerinden haberdar edermiş. Beyin yoluna çıkan kadının mavi ve yeşil karışımı gözleri, uzun siyah saçları, kuğu gibi uzun boynu varmış. Bey vurulmuş gibi ne diyeceğini şaşırmış. Ya onu yanına alacak, onunla olacak ya da yolundan dönmeyip bir an önce hasta babasına gidip tekrar obaya halkının başına dönecekmiş. Babasının hastalığını düşünerek yoluna devam etmeye karar vermiş. Ancak bu güzel kadına da, beni burada bekle, yine döneceğim. O zaman seni yanıma alırım demiş ve atını sürmüş. Bey, yolda henüz ilerlemişken ve tam ormandan düzlüğe çıkılan yerden un değirmenlerini geçerken atının arkasında birini oturur bulmuş. Kraliçe cin birden atın terkisine atlamış. Amacı bu defa bey ile yakınlaşmak onun gönlüne girmekmiş. At ürkmüş, huysuzlanmış. Zınk diye durmuş. Bey durumu fark etmiş. Bu olsa olsa biraz önce önüme çıkan kadın demiş. O da ona debelleş olan, sürekli rüyalarına giren ve onu kandırmak isteyen cinin ta kendisi. Destur ve besmele çekerek birden kırbaçla kadını belinden sıkıca kavrayıp sonra da beline bağlamış ve yoluna böylece devam etmiş.

Yöre beyi sahile geldiğinde babasını yatar halde hasta bulmuş. Babası konuşuyor ama hareket edemiyormuş. Oğlum, birden kesildim ve yatağa düştüm. Elim, kolum ve ayaklarım tutmadı. Bildiğimiz bütün otları kaynatıp denedik. Ne yaptıysak olmadı. Karşıdan Merigistan’dan Doktor Firenos Bey’i de almaya gittiler. Merigistan hemen karşıdaki yakın adalarda kurulu çok eski bir yer imiş. Onlar ticarette çok ileri gitmişler. Çok ünlü doktorları ve gemicileri varmış. Dünyanın pek çok yeri ile denizaşırı ticaret yapıyorlarmış. Akdeniz’den geçen bütün yük gemileri mutlaka bu adalara uğrarlar ve erzaklarını bu adalardan alırlarmış. Yöre beyinin obası da bu yüzden Merigistan’a yakın olan koylara yazlık kurarlar burada yaptıkları iskelelerden yükleme yaparlarmış.

Adalara ve Mısır’a gemilerle zahire, hayvan, kereste, harnup, bal ve yöre kilimlerini satarlar buralardan kahve, kalay, dikiş makinesi, makas, kumaş, çeyiz malzemeleri getirirlermiş. Firenos Bey, Akdeniz’in bütün adalarının ve bütün yörelerin en ünlü doktoru imiş. Kendisine Rodos’tan, Kıbrıs’tan hastalar gelirmiş. Yöre beyinin babasının hastalığına bir şey diyememiş. Beye yapacak bir şey yok felç olmuş ilaç da yok. Tütün çiğnesin. Ayağa kalkması ancak bir mucize ile olur demiş ve tekrar Merigistan’a dönmüş. Yöre beyinin babası beye, ben yatağa mahkûm oldum belki bir daha kalkamayacağım. Artık sen git durma, halkının yanına dön. Onları beysiz bırakma demiş. Yöre beyi hareketsiz bir halde babasını dinlemiş. Bir taraftan aklından sakın bu da bu cinin marifeti olmasın gibi düşünceler geçiyormuş. Sonra birden yanında sıkıca tuttuğu cini babasına göstererek işte baba bize debelleş olan cin, onu yakaladım. Bana hemen bir kazan getirin cini ona kilitleyelim, burada sana emanet edeyim. Sakın bir kez olsun dışarıya bırakmayın demiş. İnanışa göre destur çekilip besmele ile yakalanan ve hemen bir kazana kilitlenen ve kırk gün hiç aralıksız kazanda kilitli tutulan cinler kendiliğinden kaybolup giderlermiş. Yörenin en eski ve en büyük kazanını getirmişler. Cini kazana koymuşlar ve ağzını sıkıca kapatıp büyük bir kilitle kilitlemişler. Bey kazanı babasının olduğu bölüme bırakarak babasının adamlarını kazana da babama da dikkat edin sakın bir kez olsun onu dışarı bırakmayın diye sıkıca tembihlemiş ve tekrar obasını bıraktığı yere dönmüş. Cinin üç beş gün hiç sesi çıkmamış. Bu arada beyin babasının şiddetli ağrıları başlamış ve bir sabah kazandan gelen ağlama sızlama sesleriyle uyanmış. Kazandaki cin hem ağlıyor hem yalvarıyormuş.

Ali Veli sal beni, Ali Veli sal beni.

Beyin babası bunları duymazlıktan geldiyse de ağlamalar sızlamalar gün geçtikçe giderek artmış. Ancak ihtiyar bey, oğluna verdiği söze istinaden bir kez olsun kazanın kapağını açmamış. Böylece günler geçmiş. Beybabanın yattıkça ağrıları da artıyor ve artık dayanılmaz hale geliyormuş. Bir gün cin beybaba bırak beni gideyim, ağrılarını keseyim, bırak beni gideyim, ağrılarını keseyim diyerek yalvarmasını devam ettirince ihtiyar bey buna kulak kabartmış. Sonunda dayanamayıp, cine seni bırakırsam ağrılarım gerçekten dinecek mi? Deyivermiş. Cin eğer beni bırakırsan bütün ağrıların diner, seni ayağa kaldırırım demiş. İhtiyar bey de nihayet peki seni bırakayım ancak şartlarım var demiş. Buna göre ihtiyar bey cini bırakacak, cin de hiç kimsenin göremeyeceği kadar uzaklarda yaşamına devam edecekmiş. Cin bunu kabul etmiş. En uzaklara, en yükseklere gidecek hiç kimseyle birlikte olmayacak ve oğluna da kendisine de debelleş olmayacakmış. Kazanın kapağının açılmasıyla beraber kraliçe cin kazandan ve çadırdan uçarak uzaklaşmış gitmiş.

Bey iyileşmiş. Cin kaybolmuş. Cin Toroslar’ın üstünden Akdağ’ın doruklarına kadar uçmuş. Tepelerin arasında büyük kar mağaralarının yanında kayalara asılı gibi duran Yeşilgöl’e kadar gelmiş. Burası bütün her yerden en uzakta olan yermiş. En yakın yer aşağıda Kızıltaş yurdu orada da sadece Oduncu Cemil’in evi varmış. Cin, beyden intikam almak için yöreyi susuz bırakmaya karar vermiş.

Yöredeki bütün su kaynaklarını doruğa doğru çekip Yeşilgöl’ün altına mağaralara akıtmış. Bütün suları kayalar ile örterek Yeşilgöl’ün altında kilitlemiş. Cin bu kazan şeklindeki Yeşilgöl’de yaşamaya başlamış. Göl zamanla cinin gözlerinin rengini almış, hem yeşil hem mavi olmuş. Cin hep kar mağaralarından taşan suları göle, gölden taşan suları mağaraların diplerinden denizlere akıtmış ve başka hiçbir yere su vermemiş. İşte ne olduysa bundan sonra olmuş. Bütün yörede ve adalarda kuraklık başlamış. Yöre halkı ne yaptıysa olmamış. Su aramaları, yağmur duaları hiç biri çare olmamış. Dağların altından gürül gürül su sesleri eliyor ama bir türlü yerin üstüne çıkmıyormuş. Su, Yeşilgöl’ün altında birikmiş. Aylar, yıllar geçmiş. Beyin yetişmekte olan Şah adında bir oğlu varmış. Şah, büyük amcasının yanında büyümüş, dışarılarda eğitim görmüş savaşlar bitince yöresine ticarete dönmüş. Yöreden keçi, kuyun, inek, buğday ve gübre topluyor, bunları gemilere yükleyerek adalara satıyorlarmış. Susuzluk herkesi etkilemiş. Bütün ovalar kurumuş. Hayvanlar kırılmış. Adalarda yaşayan insanlar içmeye bile su bulamaz olmuşlar. Şah, yöresini kuraklıktan kurtarabilmek için sürekli suyu düşünmeye ve suyu aramaya başlamış. Her gün rüyasında Yeşilgöl’ü görüyor, Yeşilgöl’ün altındaki su beyin oğluna gözüküyormuş. Annesine ve arkadaşlarına su Yeşilgöl’ün altında diyerek bir gün Yeşilgöl’e gideceğini suyu yeşil gölden kurtaracağını söylüyormuş. Herkes buna karşı çıkıyor ve onu bu tutkusundan caydırmaya çalışıyormuş. Çünkü o güne kadar Yeşilgöl’e gidip de dönen hiç olmamış. Yeşilgöl, çok uzaklarda ve çok yükseklerde olduğundan gidenler kayboluyor, bir taraftan da Yeşilgöl çok güzel olduğundan oraya kadar gidip onu görenler dayanamayıp göle girince göl onları derinliğine çekip yutuyormuş. Yani Yeşilgöl’e kadar giden hiç kimse geri dönmemiş. Yeşilgöl’ün üstündeki kayaları kaldırmaya hiç kimsenin gücü yetmemiş. Annesi her gün ağlayıp yalvarmış. Oğlum gitme, göldeki kadın seni de kandırır, seni de götürür. Yöredeki kadınlar arsında, Yeşilgöl’de güzel bir kadının yaşadığı, giden gençleri hep onun götürdüğü inancı varmış. Böylelikle Yeşilgöl’ün esrarı halk arasında dilden dile dolaşır olmuş. Bu nedenle de hiç kimse Yeşilgöl’e gitmez ve yöre halkı özellikle gençleri göle göndermezmiş. Bütün bunları kim dinler? Yöre beyinin oğlunda Yeşilgöl bir tutku haline gelmiş. Hiç kimseye söylemeden bir gün sabah erkenden kalkarak Yeşilgöl’ün yolunu tutmuş. Saatlerce gitmiş, iki dağın doruğunun kesiştiği kısığa kadar gelmiş. Bundan sonraki kayalar dik ve sarp olduğundan artık yürüyerek ve dağa tırmanarak gitmesi gerekiyormuş. Atını hemen burada dağın eteğinde oturan oduncu Cemil’in evine bırakmaya karar vermiş ve Oduncu Cemil’in yurduna doğru yönelmiş. Burası tam yamaçta servi ve ardıç ağaçlarının ve su derelerinin arasında bir yermiş. Kuraklıktan sonra buradaki su kaynakları da çekilmiş ve ağaçlar iyice cılızlaşmış. Aşağıda uzun bir vadi, büyük bir ova ve bütün sıra dağlar göz alabildiğince uzanıyormuş. Beyin oğlu Oduncu Cemil’e seslenmiş. Kapıya Oduncu’nun kızı Yeşil çıkmış. İnce, uzun boyu, siyah uzun saçları ve yeşil ve mavi karışımı gözleri ile kız o kadar güzelmiş ki beyin oğlunun dili tutulmuş. Hiçbir şey söyleyemeden öylece kalakalmış. Yeşil onu içeriye davet etmiş, önüne sofra koymuş.

Oduncu Cemil, beyin oğlu ve Yeşil kızı hep beraber sofraya oturmuşlar. Beyin oğlunun neden orada olduğunu anlamaya çalışmışlar. Beyin oğlu, kınalı keklik avına geldiğini, atının birkaç gün onlarda kalmasını isteğini söylemiş. Kınalı keklik, kartallar gibi çok yükseklerde ve sarp kayalıklarda yaşarmış. Çok az ve avlanması çok zormuş. Uçar gibi yürür nerede konduğu kalktığı ve nerede uçtuğu belli olmazmış. Yemekten sonra beyin oğlu tekrar yola koyulmuş. Yeşil onu uğurlamış. Oduncu Cemil, beyin oğluna inanmamış. Beyin oğlunun hiç keklik avına gittiğini duymamış. Bey oğluna seslenmiş. Kekliğin yok. Yanında keklik taşımadan keklik avlayamazsın. Sen keklik avlayamazsın Amacın başka. Ve yıllarca kullandığı kendi oduncu bıçağını şaha giderken hediye etmiş. Bunu al. Yanından ayırma. Bu bıçağı dağdaki bütün hayvanlar bilir. Sana yaklaşamazlar demiş. Beyin oğlu gittikten sonra Oduncu Cemil meşhur aynasına bakmış. Aynada dağların sarsıldığını, yerden suların fışkırdığını ve nehirlerin aktığını görmüş ve birden su geliyor, su geliyor diye bağırmaya başlamış. Sesi bütün yörede yankılanmış. Oduncu Cemil hem bağırıyor, hem de aşağıya vadiye doğru uçar gibi koşuyormuş. Babasını bu halde gören Yeşil’in aklına da birden beyin oğlunun su için Yeşilgöl’e gidebileceği gelmiş ve hızla arkasından ona yetişmek ve onu durdurmak için koşmuş. Beyin oğlu da bu arada yukarıda, dağın eteğindeki son ağaç olan tek ardıca kadar gelmiş. Yaşlı ardıcın hemen arkasında yükselen sarp tepeleri aşarak iki dağın arasında, dar ve yüksek bir düzlüğe ulaşmış. Burada çakıl taşları gibi beyaz ve yuvarlak büyük kayalar varmış. Burası kartalların ve kınalı kekliklerin yuva yaptığı yermiş. Şah, Yeşilgöl’e keklikleri takip ederek gidebileceğini düşünmüş. Keklikleri gag guvak gag guvak diye keklik gibi öterek yanına çağırmış. Göle ulaşmak için onları takip etmeyi düşünmüş. Ama hiç bir keklik gelmemiş. Yeşilgöl tam karşıda Akdağ’ın doruğunda sert kayaların üzerinde bir elin avucunun içindeymiş gibi duruyormuş. Göl, zirvedeki kar kütlelerinin arasında güneşin hemen altında parlıyor ve sürekli mavi ve yeşil renkli ışıklar yansıtıyormuş. Beyin oğlu göle doğru yürümüş, kayalara tırmanmaya başlamış ve o anda gölde bütün güzelliği ile bir kadın gözükmüş. Şah ne yapacağını bilemeden öylece durmuş kalmış. İlerideki kayalıkların arasından dev bir kartal uçmuş gelmiş. Beyin oğlunun niye geldiğini bilen cin, kartalı Şah’a saldırtmış. Kartal, Şah’ı iyice süzmüş ve birdenbire ve hızla ona doğru uçmaya başlamış. O ürkmüş. Kartal ona iyice yaklaşmış. Kanatları ile başına ağır bir darbe vurmuş ve Şah’ı kayalıklardan yere düşürmüş. Oduncu Cemil’in bıçağını hatırlayan Şah birden bıçağı belinden çıkartarak kartala doğru sallamış. Bu defa da pençeleri ile saldırıya geçen kartal bıçakla bir an duraklamış ve işte tam o sırada bir keklik sesi bütün kısıkta ve kayalıklarda yankılanmış. Bu ses kekliklerin en büyüğünden ve en güzeli olan kınalı keklikten geliyormuş. Kınalı keklik kartalı yanına çağırmış. Cin ne yapacağını şaşırmış. Cinler kınalı keklikten çekinir ve uzak dururlarmış. Çünkü kınalı keklik dağın bütün kuşlarını sesiyle etkileyebilir onları çağırıp istedikleri yöne uçurabilirlermiş. Kartal yavaşlayıp sesin geldiği yere dönmüş ve kınalı kekliğe doğru uçmaya başlamış. Yeşil koşarak kınalı kekliği takip etmiş ve Şah’ın yanına gelmiş.

Başından yaralanan Şah yerde yatıyormuş. Cin, suları onların üzerine akıtıp onları boğmaya hazırlanırken gölde toplanan kınalı kekliklerin ve kartlalların çığlıkları bütün dağda yankılanmış kar kütlesinden kopan bir çığ Yeşilgöl’ün üzerine yuvarlanarak kayaları yerinden oynatmış ve kayalardan patlayan su cini gökyüzüne fırlatmış. Cin kendi hapsettiği sularda boğulmuş. Büyü bozulmuş Yeşilgöl’ün altındaki su patlamış, önce gökyüzüne, sonra da hızla ovaya doğru fışkırmaya başlamış. Cinin çığlıkları su seslerine karışmış büyük bir şelale gürültüsü bütün ovayı ve Akdağlar’ı kaplamış. Derelerde gürül gürül suların aktığını gören yöre halkı sevinç çığlıkları ile yaşasın, yaşasın, yeşil göl patladı, akdağdan su fışkırıyor, su uçuyor, yaşasın, yaşasın su geldi diye bağırarak sağa sola koşuşturmaya başlamışlar. Sonra oba beyinin yurdunun önünde toplanmışlar Oba beyi Akdağlar’a dönerek bir süre uçan suyu seyretmiş ve gözleri arkadaşlarının arasında oğlunu aramış. Sonra yöre halkını selamlamış ve atına atlayıp hızla Yeşilgöl’ün yolunu tutmuş. Yöre halkı beylerini yalnız bırakmamış. Onu takip etmişler. Beyin oğlunun kartalla mücadele ettiği yere kadar gelmişler. Fışkıran su tam burada toprağa dökülüp bir şelale oluşturuyormuş. Şelalelin etrafını büyük çakıl taşları ile çevirmişler ve ateş yakıp dua etmişler. Beyin oğlunu bir daha gören olmamış. Yeşil’i de görmemişler. Akdağ’ın başında bir keklik ve bir kartal uçmuş durmuş. Akdağ’dan fışkıran suya Uçarsu demişler. Uçarsu’yun suyu hiç kesilmemiş.

Timur, bahçeye indi. Kınalı keklik artık uçuyordu. Onu kafesinden çıkardı okşadı sevdi ve Akdağ’a doğru bırakıverdi.

Amcası aşağıdaki evlerinden köyün meydanına doğru geliyordu. Timur, kendilerine geldiğini düşündü ve hemen inerek onu karşılamaya koştu. Köylüler caminin yanındaki kahvede oturmuşlar domine oynuyorlar, çay içiyorlardı. Amcası kahvenin önüne gelince herkes ayağa kalktı ve o otur demeden oturmadılar. Amcası konuşurken kimse konuşmaz, oturmadan kimse oturmazdı. Eşkiyayı kastederek,

— Biz bu adamlarla başedemeyiz. Onları doyuramayız. Hepsi de eşkiyalığa başladı. Ayrı ayrı erzak istiyorlar. Tarla tokat da istemeye başladılar. Hükümet Mehmet Efe’yle anlaştı anlaşacak. Biz erzak göndermeyi kestik. Artık yolun sonuna geldiler. Fırsatçılar çıktı. Hükümetten de etraftan da ne kaparsak kardır diyorlar. Çorunuza çocuğunuza sahip olun. Eli silah tutanlar bekçilik yapacaklar. Hayvanlarınızı dağa götürmeyin. Köyün otlağı şimdilik yeter diyerek köylüleri sıkı sıkı tembihledi. Uzun ceketinin yan ceplerinde taşıdığı üçüncü ve ikinci sigarasından herkese birer, ikişer paket dağıttı. Bunu sık yapardı. Kendisi için ise ceketinin iç cebinden Yenice’sini çıkardı ve çakmağına eğilerek sigarasını yaktı. Herkese çay ısmarladı. Çayını henüz bitirmemişti. Timur’un babası da dükkânı kapatmış eve dönmüştü. Amcası ile beraberce evlerine çıktılar. Amcası babasına,

— Evleri silahsız bırakmayalım. Kimseye mermi av malzemesi satma. Bitti de. Mehmet Efe bize selam göndermiş. Onun erzağını gönderdik. Ötekilerden haberi yok. Onlara söz geçmiyor. Bu işin bize bir maliyeti olacak ama bakalım ne olacak dedi.

Bütün köylere av malzemelerini sadece kendileri satıyorlardı. Ertesi gün amcası, babası ve Timur köyden de birkaç kişiyi alarak birlikte alana atışa gittiler. Bir kaç el de Timur sıktı. Atıştan sonra Timur beyaz ata atladı ve at yarışları için ova köylerine gitti. Bunu sık yapar ova köylerinde yarışları takip ederdi. Ova köyleri güvenli idi. Beyaz atları tüm ovada ve dağ köylerinde nam salmıştı. Eğer ve gem ile çok hızlı ve rahvan gidiyordu. Arkları, hendekleri atlarken rüzgâr gibiydi. Şaha da kalkıyordu. Bir gün sabah kalktıklarında beyaz at ve kuzular götürülmüştü. Amcasının da yeni diktiği bakçe kesilmiş ve harımları yakılmıştı. Mehmet Efe dediler gözdağı veriyor. Amcası Mehmet Efe’nin artık gücünün dağıldığını, kendisinin teslim olmak üzere olduğunu, bunu yapanların yeni türeyen ve dağılan başıbozuk eşkiya olduğunu söylüyordu. Bir kaç gün at ve kuzuları aradılar etrafa adamlar salındı. Yörenin en iyi iz sürenleri bulundu. Bütün dağlar didik didik arandı.

O gün evde herkes sevinçliydi ve güzel bir telaş vardı. Yaylada çadırda oturan küçük kızın babası ve birkaç adam beraberinde beyaz atı getirdiler. Kuzuları da bulmuşlar ve hatta bir ağıl dolusu daha kuzuyu hediye olarak getirmişlerdi. Atı ve kuzuları Mehmet Efe buldurmuş. Mehmet Efe’nin adamları, atı ve kuzuları terkedilmiş vaziyette bulduklarını söylemişler. Atı ve kuzuları köyün içinde dolaştırmak istediler. Amcası atın dolaştırılmasına izin vermedi. Ata eziyet edilmiş ve çok yıpratılmıştı. Ayağını da kırmışlar. Amcası evin arkasındaki bahçede kılçar çaput gerdirerek kendi tabancası ile atı vurdu. At ve kuzular bulunduktan sonra yayladaki ağa ve Mehmet Efe şerefine ziyafet verildi. Amcası birkaç kişiyi daha çağırdı. Bir kısmı atlarıyla, bir kısmı jipleriyle geldiler. Alanda kıl çaputlardan gölgelik yapıldı. Kilimler ve döşekler serildi. Yer sofraları kuruldu. Kuzular ateşte çevrildi. Kanun, ut, saz darbuka, davul, zurna getirildi. Ünlü şarkıcı Kör Zeki geldi. Ortada ince yapılı uzun boylu bir kadın uzun çiçekli fistanı içinde oynadı. Göbek attı. Yörenin en namlı oyuncusu imiş. Kadın mı, zenne mi diye tartışması oldu. Silahlar sıkıldı. İçkiler içildi. Köylü günlerce Mehmet Efe’nin de şölende olduğunu konuştu. Efe için veda şöleni oldu dediler. Mehmet Efe şölendenden sonra hiç gözükmemiş. Hükümet ile anlaşmış, dağdan iniyormuş. İzmir taraflarına gitmiş, Samıt ile Yeşil’i de beraberinde götürdü dediler.

İki kadın gelmişlerdi. Kısa boylu, kırmızı şapkalı olan kadın resepsiyona neredeyse yapışarak yaklaştı. Vücudunu yerden yükselterek gülümsemeyle

— Bonjour mensieurs.

— Bir gece kalacağız. Sonra adaya geçeceğiz. Yeriniz var mı? Kaç para?

İngilizce’yi Fransızca konuşur gibi araya Fransızca kelimeler de sokarak kanuşuyordu. Bir kolu havada bir kolunu da omuzu hizasında kırarak parmak işareti ile resepsiyondaki çocuğa,

— Combien d’argent (kaç para) diye sordu.

Timur resepsiyonun arkasındaki masada bilgisayarın başında birşeyler yazıyordu. Uzun zamandan beri Fransızca konuşulduğunu duymamıştı. Hâlbuki çocukluğunda kasabaya çok Fransız turist gelirdi. Kafasını kaldırdı. Kadının yeşil ve mavi karışımı gözlerinin içi gülüyordu. Şapkası Hollwood filmlerinde aktristlerin giydiklerine benziyordu.

— Etes- vous Français madam?

— Oui monsieur. Arkadaşını da göstererek Nous habitons a Paris (Paris’te oturuyoruz). Timur da kadın gibi yarı Fransızca yarı İngilizce konuşarak

— We have rooms with good price (yerimiz var uygun fiyat yaparız). Valizleri yukarı çıkartsınlar. Size birşeyler ikram edelim.

— Çok iyi olur. Çok yorgunuz. Mineral water soda lütfen. Kadın şapkasını çıkardı ve arkadaşıyla birlikte resepsiyonun karşısındaki koltuklara oturdular. Timur da yanlarına bir sandalye çekerek oturdu. Uzun boylu ve ince yapılı olan kadın daha güzel İngilizce’siyle Otelin girişindeki tabloları gösterdi ve

— Bunlar gravür. Güzel boyanmış dedi.

— Evet, buradan bir ressam yaptı. Beğendiniz mi? Kadın ressammış. Lobideki en büyük tabloyu işaret ederek,

— Onu beğendim. Akdeniz’de dolaşan Osmanlı korsanları.

— Evet. 1800’lü yıllarda kasabaya gelen bir İngiliz yazar gezi yazısında, adanın önünde seyreden bir gemisiyi kara kalem çizmiş. Ordudan kaçan Osmanlı denizcileri. Biz de fotokopi ile büyütüp boyattık. Aslında bu kıyılar hep Arap ve İspanyol korsanlarının saldırılarına uğramış. Antik hazinleri onlar yağmalamışlar. Buralarda yakın zamanlara kadar çok nüfusyaşamış. Karşıdaki ada Akdeniz’in gemi ticaretin en önemli merkezi olmuş. II. Dünya Savaşı’ndaki büyük bombardıman ve büyük yangından sonra herkes göç etmiş.

— Yes we know (evet biliyoruz). Big Fire(Büyük Yangın).

Timur bu defa kırmızı şapkalı kadına dönerek

— Siz ne iş yapıyorsunuz madam?

— Emekliyim. Çalışmıyorum.

— Daha önce?

— Şarkıcı idim. Önce Avustralya’da sonra Paris’te söyledim.

— Sahnelerde mi?

— Evet. Konserlerde ve özel gösterilerde.

— Adada ne yapacaksınız?

— Tatil yapacağız.

— Burada da kalın. Güzel yerler var.

— Biliyorum dağlarınız var.

— Daha önce geldiniz mi?

— Karşıdaki adadan sizin bu dağlarınızı hergün çok seyrettim. Hep dağalarınıza baktım. Dağların arkasında köyleriniz var. O köyler çok güzel. Akdağ var. Biz bir hafta sonra buraya tekrar geleceğiz. Otelinizde kalacağız. Bizi o köylere götürür müsün? Timur önce

— Olur, götürürüm dedi sonra da hayretle sordu.

— Akdağ’ı nereden biliyorsunuz, köyleri nereden biliyorsunuz? Siz Türkçe konuşuyormusunuz?

— Dağları biliyorum. Köyleri biliyorum. Beraber gideceğiz. Şimdi biz artık odamıza çıkalım. Dinlenmeliyiz. Çok yorgunuz. Hep kollarını yukarıya veya aşağıya doğru açarak konuşuyor, el ve vücut hareketleri ile sesine eşlik ediyordu. Timur kadınların ardından resepsiyondaki çocuğa dönerek,

— Yarın sabah erken kalkacaklar. Limana kadar sen götür. İlk tekneye yetiştir. Bir hafta sonra tekrar gelecekler. Geldikleri zaman beni mutlaka haberdar et. Sözüm var onlara köyleri gezdireceğim.

Bir hafta sonra resepsiyoncu çocuk, Timur’a,

— Kırmızı şapkalı kadın size bu notu bıraktı diyerek ikiye katlanmış beyaz bir kâğıt uzattı. Timur kâğıdı açtı. Kâğıtta el yazısı ile a kızıltas- merci beaucoup (Kızıltaş’a gideriz. Çok teşekkürler) yazıyordu. Timur resepsiyoncuya,

— Kızıltaş’ı nereden biliyor? Tur şirketleri Kızıltaş’a trekking yaptırıyorlar mı?

—Bildiğim kadarıyla hayır.

— Otele mi geldiler.

— Hayır, kâğıdı otelin önünden geçerken taksiden verdi. Havaalanına gidiyorlarmış.

— Adres, telefon da yazmamış. İsmi neydı? Söyledi mi? Telefonunu verdi mi? Adresini verdi mi?

— Hayır, birşey söylemedi. Bilmiyorum.

— Kayıtlarda vardır bak bakalım

— Sadece bir pasaport verdiler onu kaydettik. O da öteki kadının pasaportu. Adres ve telefonlarını da almadık.

— Öteki kadını bulalım onun adına soyadına bakalım

— Onun da sadece adını yazmışım soyadı yok, adresi yok.

Gökyüzünde yıldızlar yoğun bir ışık kümesi içinde mağaraların üstünden denize iniyordu. Deniz, yıldızların altında ışıl ışıldı. Timur yıllar sonra buluştuğu arkadaşları ile sahilde oturmuştu. Üç arkadaş hiç konuşmadan saatlerce ayaklarının altındaki çakıl taşlarına usulce vuran denizin hışıltılı sesini dinlediler. Karşıda adalar ve yarımada ışıklarla donanmıştı.

Akşamın geç saatinde heryer yıldızlar ile bembeyazdı. Masanın üzerinde kırmızı şarap ile üzüm ve incir vardı. Timur birden kendini yıllar sonra Nergis’in yeşil mavi karışımı gözlerinde, gitmediği, görmediği gizemli ülkelerin alacakaranlık ve ıslak sokaklarında paltosuna sarılmış tek başına yürüyormuş gibi hissetti ve titreyerek irkildi. Timur karşısında oturan Nergis’e şimdiye kadar nerelerdeydin diye sordu. O, önce Atlantis’te sonra Avustralya’da yaşadım. Atlantis’e bir gemiyle gittim. Gemiyi Yalova kullanıyordu. Diye anlatmaya başladı. O sırada çocukluk karkadaşlarının bekledikleri teknesi kıyıya, kayalara yanaştı. Tekneye bindiler. Çoğu kırk yıl sonra ilk kez buluşuyor, birbirlerini ilk kez görüyorlardı. Hep birlikte mehtap turu yapacaklardı. Ay yeni doğmuştu. Körfezde açıldılar. Hep birlikte ‘Yıldızların Altında’, ‘Avuçlarında Hala Sıcaklığın Var’, ‘Ay Beyaz Deniz Mavi’ gibi şarkıları söylediler. Sadece denizden gidilebilinen mağaraların önünden geçerken üstlerine doğru süzülen beyaz ışık kümesinin altında durdular. Gökyüzü ve deniz sarı ışıklarla donanmıştı. Heryer parıltılı ve koyu lacivertti. Arkadaşları olan tekne kaptanı, mağaralara girelim mi? Samanyolu mağaraların içlerine kadar iner. Mağaralarda denizin altından giden tüneller var. Bu tünellerden Akdeniz’in çoğu adalarına, Rodos’a, Kıbrıs’a gidilir. Mısır’a piramitlere gidilir, dağlara bile çıkılır dedi. Kaptan konuşurken birdenbire heryer zifiri bir karanlığa büründü. Hiçbirşey gözükmez oldu. Müzik sustu Kimse kimseyi duymuyordu. Dalgalar yarılmış karanlık büyük bir tünele girmişlerdi. Timur dayandığı direğe sımsıkı sarıldı. Yalnızca çok güzel duygular içinde olduğunu hissediyordu. Onun dışında hiçbirşey. Bir süre sonra uzaktan kendilerine doğru yaklaşan sarı bir ışık gözüktü bir adam elinde feneri ile

—Elektirikler hep kesiliyor. Günlerdir suyumuz da yok diyerek onları karşıladı.

Hepsi karaya indi. Bir masa etrafında oturdular. Şaşkın ve yorgundular. Eli fenerli adam gösteri birazdan başlayacak dedi.

“Ömürler akar gider

Yıldız kabuklarından

Denizyıldızlarına.

Uçarsu akar gider

Akdağ kovuklarından

Akdeniz kıyılarına.”

şarkısı ile ‘Kömür Dansı’ başladı.