Sessiz Seyyahlar Diyarının Keşfi

Bu devirlerden binlerce, eski devirlerden onlarca sene önce, toprakların henüz nice kez sınır değiştirmediği, adı sanı bilinmez kavimlerin güçlendiklerinde hüküm verdikleri, Nuh-Nebi’den kalma sayılabilecek devirlerden birinde, aşılması güç heybetli dağlarıyla, verimli uçsuz bucaksız ovalarıyla, türlü yaratılmış hayvanın bir daldan diğer dala atlayıp da hiç yere düşmeden onlarca yol kat ettiği sık ormanlarıyla, medeniyetlerin göz dikmeye başladığı, bazı fısıltılarda adının ‘Küçük Asya’ buyrulmaya başlandığı, Âdemoğlu’nu en sınır tanımaz düşlerini bile süsleyebilecek kadar büyüleyici güzellikte olan genişçe sayılabilecek bir coğrafya vardı.

Bu güzel topraklarda hüküm sürmeye niyet eden farklı medeniyetler farklı zamanlarda çatışa dururlarken; çatışmalardan ne haz eden, ne de bu çatışmalara pek akıl erdiremeyen Âdemoğlu bir arada yaşamaya, böylece inançları, dilleri, yaşayıp gördükleri de birbirlerine karışır olmaya başladı. Kim bilir cihanın hangi farklı diyarlarında hiç tanımamış oldukları ataları olan bu âdemler, dillerde Küçük Asya diye söylene gelmiş olan bu diyarda kendilerinin dahi bilmediği evveliyatlarından taşıdıkları değerleri birbirlerine sunmaya ve sunulanları içselleştirip kanıksamaya başladılar. Zaman su misali akıp giderken, bu topraklarda yaşayıp da sırrına erebilenler âlim oldu, sevdalananlar abdal buyruldu, mecnun olanlar eren sınıfına dâhil oldu. Küçük Asya’da bilinenler ve görülenler türlü geleneklerin içine yavaş-yavaş gark oldu. O geleneklerinin tümü külliyatlara, kitabelere, hanelere, çeşmelere, yemeklere, türkülere, düğün evlerine, kabristan âlemlerine işlendi ve böylece gönüllere de giriftar eylendi. Nice zaman sonra Küçük Asya’ya artık Anadolu denmeye başladığı zamanlarda çeşit çeşit diyarlardan seyyahlar buralara gelip de; gördükleri karşısında büyülenseler de bir gerçeği hiç fark edemediler. O gerçek şuydu ki; asıl seyyahlar kendileri değil, görüp de büyülendikleri, hiç sesini çıkaramayan ancak yüzyılların birikimiyle içlerinde asıl gezginliği ve zenginliği taşıyan tüm o abdal, eren, âlim ruhları ve hane, ev, çeşme, yemek, türkü, düğün, cenaze suretleriydi.

Ve ‘Pusulamız Anadolu’

Anadolu sadece coğrafi sınırları çizilmiş bir toprak parçasını değil, birbiri ardına hüküm sürmüş onlarca farklı medeniyete ait çatışık ve kültürel değerlerin aynı potada eriyip desenlendiği ortak bir mozaiği tanımlar. Renk- ahenk olan bu mozaiğin her bir küçük parçası Anadolu’nun derinliklerinden gelen kültür, dil, inanç ve gelenek- görenek ekseninde bir ayrıntıyı betimlemektedir. Mozaiğin tek bir parçasını dikkate alanlar, parçaların uyumunu ve ahengini yakalamaktan uzak kalırlar ve bu parçaları bir diğerinden ötekileştirirler. Oysa birbirinden uyumsuz zannedilen parçaların her biri, ancak bir diğeriyle değer kazanabilmektedir ve mozaiğe bir bütün olarak bakıldığında ortaya çıkan anlamlı uyum ve görsel güzellik Âdemoğlu’nu büyüler.

Bu kültürel birikim zemini öyle geniştir ki; yaşamımızın hemen her anında çoğu zaman farkında bile olmadan yüzyılların derinliğinden aktarılıp gelen bir birikimin küçük parçalarıyla yaşarız. Tadına doyum olmayan lezzetlerin tarifleri kim bilir hangi dönemlerde hangi şifalı otlarla meydana getirilmiş ve kimler tarafından yazılmıştır. Düğünlerin şenliğini ve cenazelerin matemliğini derinden yaşamak misalinde gerçekleştirilen ritüeller nice inanışların ve adetlerin harmanlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Kim bilir Anadolu atmosferinde nefes solumuş kaç yaradan aşığı abdal yürek mürşid-i kâmile ermiş ve bilgelikleri Âdemoğlu’nun sonsuz huzur kaynaklarından biri haline gelmiştir. Anadolu’nun bereketine sevdalanmış kim bilir kaç can, âlim mertebesine erişmiş ve bilip-gördüklerini külliyatlara erdirmişlerdir. Bir yerlerde yerleri ve duvarları süsleyen kilimlerin küçük ilmikleri kim bilir hangi kara sevdalılar tarafından yavuklularının hasretinden yanarak, sevdayla atılmıştır. O yavukluların da gurbet elde, sıla ölümde mırıldandıkları ezgiler kim bilir hangi efelere dağlarda esin olmuş ve efelerden de bugünlere kadar uzanıp kim bilir bugün hangi türkünün sözlerinde hala hasretle ve yiğitlikle yaşamaktadırlar. Gurbet elinde yitip giden bu yiğit yavukluların hayrına, hayratına ne çeşmeler yapılmış, o çeşmelerin üzerine nerelerde, ne kitabeler yazılmıştır. O çeşmelerden güğümlerle kim bilir kaç Âdem ne bereketli sular taşımış ve böylece kaç haneye de bereket taşınmıştır. Ve o haneler kim bilir hangi acı ve tatlı olaylara sessizce tanıklık ederlerken, içlerinde kaç yine ve yeni sevdalar yaşanmış, ne kilimler dokunmuş, nasıl türküler nağmeleşmiştir.

Sessiz seyyahların diyarıdır Anadolu… Pek çoğumuz huzuru başka diyarlarda ve başka hayatlarda ararken, hele ki bu devirde iyiden iyiye kafamız boşaltılmaya, özümüzden uzaklaştırılmaya çalışılırken, bu sessiz seyyahlarımız içimizde bir yerlerde unutup gittiğimiz ancak yüzyılları gezmişlikleri olan Anadolu abdalları, erenleri, âlimleri, köyleri, evleri, çeşmeleri, kitabeleri, kilimleri, yemekleri, türküleri düğünleri, cenazeleri ve daha niceleri olarak bizleri selamlarlar. Sessiz seyyahlarımızın her biri, her ne kadar bizim farkına varamadığımız biçimde ve hayatımızın içinde sürekli var olsalar da,  yüzyıllardır taşıdıkları sırlarını ve bilgeliklerini ancak Anadolu sevdalısı canlara dile getirirler ve zengin birikimlerini sadece huzur ve mutluluk yönünü Anadolu’da bulmak isteyen dost kapılarına açarlar.

Öyleyse biz Anadolu sevdalısı yüreklere de, bu suskun seyyahlarımızı dile getirmek, huzuru onların benliğinde aramak ve onların da dertlerini dinleyip, dertlerine derman olmak düşüyor. Sözün özü, biz bu cihanın keşmekeşi içinde yönünü kaybedip, oraya buraya savrulmuş ancak yine de huzur bulma umudunu canlı tutmuş yüreklerin pusulası, Anadolu’dur. O zaman biz de şöyle buyuralım ki; “Yönünü şaşırıp kaybolanlara abdallar, erenler, seyyahlar ve kitabeler yol gösterir; farkına varabilenler için pusulanın ibresi Anadolu’yu gösterir.”