Sedir Ormanlarında Beş Gün

Tarihe neden bu denli düşmanız? Köylerin adını değiştirerek, geçmişini neden sileriz? Onu da anlamak mümkün değil. Bu ayrıca işlenecek uzun bir konu. Köy şirin ve sakindi. Ev sahibi Hasan, Filiz, oğulları Mertcan ve Serkan çok tatlı insanlardı. Benim köy hakkında bilgi toplamama, bu konuda zenginleşmeme yardımcı oldular.

Köye girerken, kollarını mavi göğe uzatmış, serin kokusuyla sedir ağaçları ve ağustos böceklerinin senfoni orkestrası karşıladı bizi (Sonradan öğrenecektim, ağustos böceklerinin sabah saat sekizde birlikte aynı anda ötmeye başladıklarını). Mavimsi yeşiliyle yaşlı sedirlerden alamadım gözlerimi. Düzgün gövdesi, dik duran başıyla, hiçbir rüzgâra eyvallah etmemiş, yıllara meydan okuyan, içinde sayısız anılar taşıyan, unutulmaz aşklara tanıklık etmiş varsıl bilge ağaçlardı sedirler.

Köye girince beni şaşırtacak daha çok şey vardı. Ahşap işlemeli, kafesli pencereli, nakışlı cumbalı balkonlu, Horasan sıvalı Rum evleri, “Ben tanığım” der gibi dimdik sağlam duruyordu. Yüz yıldan fazlaydı yaşı, ama ahşabının sedir olması nedeniyle eskimeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Bütün odalarda gömme dolapları, nakışlı kapakları, işlemeli tavanları, şimdilerde ‘şömine’ denen ocaklıkların nakışlı ahşabından ayrılamadım.

Her eski eve girdiğimizde mavi gözlü, kumral Rum kızları salınır gibi anıları kalmıştı. Bahçelerdeki yer döşeme taşlarında ayak izleri durur gibiydi. Ne aşklar yaşanmıştı kim bilir, İrmalarla Ömerlerin, Aleko ile Ayşelerin arasında…

Hâlâ sedir ormanlarının arasında el ele dolaşıyorlar gibi geldi bana. Biliyoruz ki, halklar düşman olmaz, düşmanlığı hükümetler yaratır. Acısını da halklar çeker.

Akşamüstü hava serinleyince, köylüler köy meydanında toplanıyor. Birlikte uzun sohbetlere dalıyorlar. Bazen gece yarısına dek uzuyor sohbetler. Ben de köy meydanına gittim. Orada oturmak için hazırlanmış banklara oturduk. Yaşlı, mavi gözlü, güler yüzlü kadınlardan dinledim Rumların öyküsünü. Anlatırken, gülümseyerek, onların özlemini çeker gibiydiler. Birlikte sızladı içimiz. Onların da özünde sadece ‘insan’ vardı, ‘ırk’ değil. Sohbet anında Hasan Bey’in dil sürçmesi bizi güldürdü; “Anamın kocası öldüğünde, babam muhtardı” .

(İrma ile Ömer’in aşkını yakında öykü kitabımdan okuyacaksınız).

Mehmet Uslu’nun yaptırdığı üç katlı konuk evi, beş yıldızlı otel gibi görkemliydi. Köy meydanında tertemiz bakımlı tuvaletler dikkat çekiciydi. ‘Alakilise’ adıyla bir Rum köyü iken 300 haneli olan, şimdilerde 50 nüfuslu, boşalmış, öksüz kalmış bir Türk köyü Alaçeşme. O görkemli ahşap evlerde birer yaşlı yaşıyor. Onlar ölünce sanırım yıkılmaya, çürümeye bırakılacak bu zengin tarih.

Köye adını veren Alakilise’yi aradım. Tahmin edeceğiniz gibi insan eliyle yıkılmış, yok edilmiş, yalnızca taştan yer döşemeleri yaşadıklarını anlatır gibi sağlam duruyordu. Alakilise’nin acısını içime doldurarak, köy mezarlığına gittim. Şaşılacak denli kalabalıktı. İşte orada ayrılmamışlardı, kucak kucağa yatıyordu insanlar. Kadınların dilinden düşürmediği ‘Kızlar Mezarlığı’nı gördüm. 40 Gelin aynı gün, bilinmeyen bir hastalıktan ölmüş, yan yanaydılar. Erkeklerini sordum, “savaşta” dediler. Sevdiklerinin özleminden olabilir mi? Diye düşündüm, siz ne dersiniz?

Rahime Teyze’nin manisiyle bitirelim:

“Kazanlarda pekmezimiz bal gibi

Hararlarda mahlıcımız yağ gibi

Leşterisin Ulkiye aba leşteri

Hırlı olsan köyden çıkar müşteri.”

Mahlıç: Pamuk

Harar: Büyük çuval