Nergis…

Bir ömür boyu mutlu olmak istiyorsan.
Toprakla uğraş…
Çin Atasözü

Her yerde seni aradım

Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım

Kenarlarda köşelerde

Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım

Birkaç gün önce şunu yazmışım;

“Yazı benim baş belam!”

Yazı mı beni hasta ediyor, hasta olduğum için mi yazıyorum?”

Kim bilir belki de her ikisi…

Şubat sonu, parçalı bulutlu bir günde bir Gündüzbey bahçe gezisi daha göründü…

“Bahçe benim baş belam.

Bahçe mi beni hasta ediyor, hasta olduğum için mi bahçeye gidiyorum”

Kim bilir belki de her ikisi…

Bahçeye gittim ve yazı yazıyorum.

Galiba ben hasta olmayı seviyorum, onun için bahçeye gidiyor, yazı yazıyorum.

Bakıyorum da Allah sana, senden daha merhametli davranıyor. Dualarına karşılık; Yüce Allah kereminden ikram ediyor, sana geri dönüş yapıyor, ateşi söndürüyor. Peki ya sen!

Ve Gündüzbey… Piyer Loti’den daha güzel Alpay’ın bahçesi…

Bahçeye geniş açıdan bakıyorum; bütün ağaçları, bacası dumanla tüten evi, budama yapanları, tırpanla ağaç dibi oyanları, çalı-çırpı taşıyanları, karşı komşunun bahçesinde oynayan çocukları ve ta yukarıda taş toplayan bahçe sahiplerini… Görüyorum.

Toprakta, çimde, ağaç dibindeki bir çırpıda, elma ağacının dalında yeni açan bir tomurcukta, otların arasında ağır aksak ilerleyen uğur böceğinde, yanan ateşin dumanında hep hayali duygular dolaşıyor.

Bakıyorum da hayat ne kadar normal burada…

Herkes kendi rolünü gerçekten oynuyor. Ben ise çalı taşırken, taş atarken, üzüm asması budarken hayal görüyorum sanki…

Niye ben ben değilim burada?

Herkes burada iken, ben neden buradayken burada değilim?

Neden?

Herkes işinde… Traktör çalışıyor, bir köylü taş topluyor, çocuklar toprak üstünde oyun oynuyor, teyzem ot deriyor, hocam makasla dalları kesiyor, yeğenlerim çalı- çırpı topluyor…

Komşu bahçenin sahibi baba, çocuklarının elinden tutmuş dereye doğru iniyor, baba mutlu çocuklar mutlu… Sahiden mutlu. Çünkü buradalar bunlar…

Arılar… Yanı başımda onlarca arı kovanı… Muhteşem bir sistemin muhteşem mensupları… Orada da her şey normal… Arı, arı gibi davranıyor.

Bir bal arısı çevremde döndü durdu. Ayağıma kondu, vızıldadı, etrafımda bir tur atıp gitti.

Bütün bu tek düze, namütenahi akıp giden hayatın içinde, normalin dışında görünen mutsuz bir adam var.

Ben bu hayatın içinde ruhen ve bedenen aksıyorum. Şimdi birazdan bedenim zevahiri kurtaracak, ben de herkes gibi çalışacağım. Ellerim çalı-çırpı toplayacak… Ya kalbim?

Çırpınacak.

Ruhu başka bedeni başka yerde…

Kıskanıyorum aslında… Bir çırpı toplayan kadar mutlu değilim. Mutluluğu yakalamak bir çalı-çırpı toplamak kadar yakın. Hemen yanı başında, ötede…

Budanan ağaçların yere düşen dallarını toplayıp biriktireceksin. Hepsi bu kadar… Evet, bu kadar basit…

İşte bir yazar, mutluluğu bağ budamada yakalamış. Budama sırasında çıkan her “çıt” sesi sanki mutluluğun sesiydi.

Haydi, mutluluğu yakalamaya, çalı-çırpı toplamaya…

Karşı komşu ta uzaklardan bağırdı: “Gördünüz mü nevruz(nergis) çıkmış!” diye…

Ah! Söylemeyin bana ne olur nergisin çıktığını! Yüreğimdeki acıya tuz mu batırıyorsunuz?

Bir Şubat soğuğunda toprağı yırtarak çıkan nergis, sanki toprakta değil yüreğimde çıktı.

Ah! Ah!

Zamansız çıkan bir nergis, boynu bükülmüş, dağlarda yalnız ve kimsesiz…

Ah nergisim, ah!

Aylar süren vahşice bir koşuşturmanın sonunda bakın yine yoruldum. Ama beni yoran bu defa iş olmadı. Zamanın derinliklerinden çıkıp gelen bir nergis, Gündüzbey dağlarında yetişen bir nergis yordu beni.

Yormadı, bitirdi. Eritti.

Bahçenin en uzak köşesine bütün bir vadiyi her açıdan gören yüksek bir tepeye çıktım, yeni tomurcuk açmış bir şeftali ağacının dibine, kırmızı toprağın üzerine oturdum.

Artık kendimle, nergisle başbaşayım…

Ta uzaklardan, komşu bahçeden, radyoda yürekleri sızlatan bir şarkı sesi öyle de güzel geliyordu ki. Sanki mesafeleri kat ederken beste biraz daha güzelleşiyor, ses biraz daha yürekleri dağlıyordu. Sanki benim kulaklarıma gelene kadar havada rüzgâr melodiyi yen’iden besteliyordu. Her zaman dinlediğim şarkı bu defa daha başka ve fazla bir lezzet veriyordu kulaklarıma…

Ömrümce hep adım adım

Her yerde seni aradım

Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım

Kenarlarda köşelerde

Ben kalbimden başka yerde inan seni bulamadım

Ah Ah!

Aman Allahım, bu nasıl bir benzerlik, nasıl bir tevafuk? Ben de tam bunu söyleyecektim. Şarkılar da niye hep önde gidiyor? Hep beni mi anlatıyor?

Bu şarkı da burada söylenir mi? Duyulur mu?

Bahçedesin, nergis açmış, uzaklardan şarkı sesi, yüreğinde, beyninde ağır bir yük… Bundan daha büyük bir acı-mutluluk olabilir mi?

Offf! Yapmayın Allah aşkına!

Getirin bana kâğıt kalem!

Boğulmak üzereyim!

Yazmalıyım!

İçim içime sığmıyor. Kendimi taşıyamıyorum. Soğuk esen rüzgârın tertemiz havasında nefes alamıyorum. Olacak iş değil!

İçimde biriken bir yığın duygu, kalbimin üzerinde tonlarca ağırlıktaki bir yük gibi… Kâğıda dökmezsem oracıkta yığılıp kalacağım.

Bir nergis nasıl toprağı yırtarak çıkıyorsa, duygularım da kalbimi zorluyor.

Kalbim titriyor, ellerim ağrıyor, beynim sancılanıyor… Yazmalıyım, boğulacağım.

Dalmıştım.

Kim bilir, ne hayaller kurdum, ne kadar sürede… Nergisin yüreğimde açtığı onulmaz yaranın acısını duymadan, hissetmeden, bilmeden… Kendimden uzaklaştım, içimde kayboldum. Ne şarkı sesi kaldı, ne rüzgârın uğultusu, ne uzakta oynayan çocukların sevinç çığlıkları, ne hanımına bağıran köylünün dağlar arasında yankılanan emirleri, ne makas sesi, ne de arıların vızıltısı… Hiç birini duymuyorum artık.

Dondum.

Hayaller dünyasında bir iskeletim artık.

Ta karşı bahçeden, gözlerimin tam doğru istikametinde, yürüyerek, dereleri aşarak yanıma gelen Sertaç’ın nergisi uzatmasıyla uyandım, irkildim. Karşımda 12 yaşında, kırmızı yüzlü, sanki dilsiz bir çocuk.

Al sana nergis!

Aman Allahım, bu nergis, gerçekten nergis mi acaba?

Hayal ve nergis!

Sanki bana nergis değil de bahçeyi uzattılar! Sanki bahçeye kavuşmuş gibi sevindim. Ta okyanusun ortasında, kaybolduğunu bulup sevince gark olan kara sevdalı, yüreği yanık berduş gibiydim.

Olabilir miydi?

Ah olamaz! Ne kadar sevindim.

Bu nergis bana ha!

Neden ben?

Çocuktaki masumiyete bakın.

Çocuk, nergis, bahçe, müzik, kuşburnu, teyzem, çalı çırpı, derinlik, sessizlik, toprak kokusu, dağlar, kar yüklü tepeler, arılar… Aman Allahım dayanılması zor bir acı!

Her şey mükemmel… İçimdeki ve dışımdaki her şey mütenasip…

Sanki topraktan söküp getirdiği bu nergisi, yüreğimden söküp getirdi, çocuk… Bana ait olan bir şeyi yine bana getirdi. Bana ait bir şeye kavuşmuş gibi sevindim. Gözlerimin içi yandı.

Bütün bir çılgınlığımı tamamlayan bir unsurdu sanki nergis… Bir bu eksikti. Tamamlandı.

Hayal dünyamdan kopartılıp dünyaya getirilen bir çiçekti nergis…

Hayal dünyamın tutkulu seyahatinden koparıp, dünyaya ait bir hayal dünyasının serüvenine bıraktı beni…

Artık kontrol bende değildi.

Bir nergisin elinde…

Burada her şey beni nergise götürüyordu.

Bir çocuk… Bir nergis.

Allahım bu doğallığı kaldıramaz yüreğim.

Kapıp giderim, inceldikte incelirim.

Derin, temiz, sessiz, berrak bir havada, dereleri aşarak kırmızı yüzlü bir çocuk, hiçbir şey söylemeden, bütün masumiyetiyle uzatıyor bana nergisi…

Sanki bütün bir dünyayı, bütün bir mutluluğu, huzuru veriyordu bana…

Allahım mutluluk, saadet, huzur dedikleri bu galiba…

Bu işte.

Hepsi bu.

Söyle be şeftali ağacı, ben deli miyim?

Çalı-çırpı toplamalıyım.

Teyzem eve gitti.

Muhtemelen etli pilav yapıyor.

Yemeği hak etmem lazım.

Çalışmazsam, yemek vermezler.

Ocak yandı, baca tütüyor.

Rüzgâr esiyor, hafif bir soğuk var. Güneş yok.

Toprak ıslak. Üşüdüm biraz. Ama ruhum yanıyor, alev alev… Bahçenin ateşi yeter.

Bütün bir şehrin curcunasına ve gösterişine inat esiyor meltem rüzgârı… Dağlardan gelen sevda yüklü esintiler yüreğimde dans ediyor.

Çatlayın ey şehirliler!

İnşallah teknolojinizde boğulursunuz!

Yalanınızla, hilenizle, kirinizle-pasınızla, iftiranızla, trafiğinizle, beton binalarınızın altında boğulursunuz!

Toprağa cemre düştü, yüreğime nergis sevdası…

Yüreğimde sen, bir ısırgan otu gibi yaktın içimi.

Toprağın içinden süzülüp çıkan bir nergis misali, yüreğimi yarıp çıktın…

Çalı çırpı toplayan yeğenlerimin, bir asma ağacı budayan hocamın, etli pilav pişiren teyzemin mutluluğu bende yok. Benim daha çok mutlu olmam gerekmez miydi?

Neden?

Neden ben mutlu değilim?

Neden çalı-çırpı toplayanın mutluluğu yok bende?

Yok, daha yukarılara çıkmam lazım.

Meşe ağaçlarının kurumuş, sararmış yaprakları, sert esen rüzgârla sanki dans ediyor. Dağa doğru uzayıp giden patika yolda buldum kendimi… Artık kuş bakışı her şey ayaklarımın altında… Gözlerim hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyor.

Muhteşem bir manzara…

Kurumuş yaprakların hışıltısı, bana bir ninni kadar tatlı geliyordu. Bir nihavent şarkı gibi…

Daha önemlisi artık yalnızdım. Kimse bilmiyor burada olduğumu. Bir ben bir Allah!

Derme çatma yapılmış, yarı kulübemsi, üzüm bağının yanındaki tahta yapılı evin bir köşesine kuruldum. Bütün bir vadiyi cepheme aldım.

Kara bulutlar gökyüzünü kaplamış. Rüzgâr esiyor. İliklerime kadar hissediyorum temiz havayı. Hafiften yağmur çiseliyordu. Hiçbir şeye aldırmıyordum.

Kafamı parkamın içine soktum iyice…

Güneş, yüzünü birkaç defa göstermiş, bize göz kırpmış, sonra da batmıştı. Rüzgâr, beni oturduğum kulübenin iğreti duran tahtası üzerinde sallayacak kadar kuvvetli esiyordu.

Bu rüzgâr, ruhumdaki ve bedenimdeki son dünyevi tortuları da alıp götürdü.

Rüzgâr, temizliyordu adeta beni. Büyük buluşmaya hazırlıyordu.

Artık sağlıklı düşünebilecek, özgürce konuşabilecek bir ortamı bulmuştum kendime…

Kendim olabilecektim.

Kendimi, beyaz bir kefene sarılmış ve yıkanmış ve hatta musalla taşına konulmuş, namazı kılınmaya hazır bir ceset gibi hissettim.

Ben vardım.

Ve yaşıyordum.

Kesseniz kanım akmaz. Bağırsanız duymam.

Üşüdüğümü biliyordum, ama hissetmiyordum.

Geçen yıl da gelmiştim buraya…

Dağlar, ağaçlar her şey yerinde… Her şey aynı.

Peki ya ben?

Ben değiştim mi?

İçimde hangi sancıyla geldim buraya?

Dağlara, taşlara, ağaçlara kuşlara anlatmaya geldim, derdim büyük diye… Derdimi çözecek, şikâyetimi dinleyecek olan Allah da büyük.

Büyüksün Ya Yarabbi!

Aç ellerini gökyüzüne, bak derin sonsuzluğa! Uzat ellerini, dokun gökyüzüne! İçinde tuttuğun sesi bırak, sonsuz kâinat duysun!

Zamanı durdurabildim. Kayboldum.

Gözlerimi açtım. Vadiyi gördüm. Bahçe telaşı bitmiş, komşular ise çoktan gitmişti. Ancak, Alpay hâlâ çalışıyordu.

Üzerim ıslanmış, üşüdüğümü hissetmeye başlamıştım. Uyanmıştım.

Bir meşe ağacının dalları arasına yapılmış kuş yuvasını gördüm. Terk edilmiş. Kim bilir şimdi nerededir, bu yuvayı yapan kuş. Ben de yüreğimi bu yuvaya benzettim.

Benimki kurulmadan terk edildi. Hatta kurulamaz da… Terk edilmiş yuvam da olamaz.

Aşağı indim. Gerçeğe…

En çok düşündüğüm şey, bana en uzak olan şeydir.