Neden Yerel Tohumlar?

Türkiye’de GDO’lu tohum ekimi yasak olmasına rağmen, bazı GDO’lu mısır ve soya çeşitlerinin hayvan yemi olarak girişine izin verildi. Alanı düzenleyen ilk GDO mevzuatı, 2009 yılında yürürlüğe giren bir yönetmelikti. Biyogüvenlik Yasası 2010 yılında yürürlüğe girdi, aynı yıl çıkarılan yönetmelikleriyle alan daha detaylı düzenlendi.

Mevzuat çerçevesinde bugüne dek GDO’lu 19 adet soya ve mısır çeşidine sadece yem amaçlı izin verildi. Doğrudan insan gıdası olarak izin verilmiş GDO’lu bir ürün yoktur. Ülkemizde yetiştirilen soya, mısır, sebze ve meyve GDO’suzdur.

Bulundukları iklime, toprağa, coğrafyaya ait, binlerce yılda uyum sağlamış güçlü, farklı stres (tuzluluk, susuzluk, hastalıklar, böcekler, iklim değişiklikleri) ortamlarına dayanıklı ve daha besleyici tohumlarımız yerine tek tip hibrit ve GDO’lu tohumlara bağımlı kalmak, açlığa davet çıkarmaktır.

 

Bir tarafta bu dirençli ve besleyici gen kaynaklarımızı yitiriyor, patentli sertifikalı tohumları yaygınlaştırıp tohum tekellerini zenginleştirip yerli tohumları tohum bankalarına hapsederken, diğer yanda gıda güvenliğimizi çokuluslu birkaç şirketin eline bırakıyoruz.

 

Tohum kaynaklarımız birkaç şirketin tekeline geçerken tarım alanlarımızın da büyük kısmı bu tohumlarla ekildiğinden farklı ve çoklu strese dayanıklı olmayan ve o coğrafyaya ait olmayan türlerin olası bir kuraklık, hastalık ve böcek saldırısı karşısında yaşanacak kayıplar sebebiyle doğabilecek bir kıtlığa kucak açıyoruz.

 

Konu sadece gıdada bağımsızlık ve açlık ile de sınırlı değil. Hibrit ve laboratuvar ortamında üretilen GDO’lar doğadaki gen kaynağımız olan yerli / yabani ırklarla tozlanabiliyor, biyolojik çeşitliliği ve ekosistemi tehdit ediyor. 1996 – 2009 tarihleri arasında GDO’lu tohumlarla ilgili 57 ülkede 216 bulaşma vakası tespit edildi. İnsan sağlığı ve ekosistem / doğa üzerindeki olası etkileri uzun yıllara dayanan araştırmalar yapılmadan kullanıma sunulan GDO’lu tohumlarla dünyamız ve insanlık, rızası olmadan denek olarak kullanılıyor.

 

Finlandiyalı bilim insanlarınca Science and Society dergisinde yayınlanan araştırma sonuçları biyolojik çeşitliliğin azalması ile astım, alerjik hastalıklar, kanser çeşitleri ve hatta depresyon gibi hastalıklar arasındaki bağlantıya dikkat çekiyor.

 

Besin değerlerindeki erozyon

Çin’de 1949’da 10 bin buğday çeşidi varken, 1970’lerde sadece bin adedi kalmıştır (Norberg – Hodge, Goering, 2001). ABD’de lahana çeşitlerinin % 95’i, mısır çeşitlerinin % 91’i, bezelye çeşitlerinin % 94’ü, domates çeşitlerinin % 81’i kaybolmuştur. FAO’nun 150 ülke raporuna dayanarak yayınladığı çalışmaya göre son yüzyılda dünya biyolojik çeşitliliğinin yaklaşık % 75’i kaybolmuştur (FAO, 1996). Tayland’da 1990’da dört çeltik çeşidi ekiliş alanının yarısını kaplamıştı. Bir yıl sonra direnç kazanan bir kahverengi çekirge, biyoçeşitliliğini kaybetmiş Tayland pirinç alanlarını tahrip etmiş ve 400 milyon dolar değerindeki 2,5 milyon ton üretim kaybına neden olmuştur (Douthwaite, 2002).

 

İngiltere’de yapılan bir araştırmada 1930’da ve 1980’de Tarım Bakanlığı’nın gerçekleştirdiği sebze ve meyvelerin mineral madde değerlerini içeren araştırmaların sonuçları karşılaştırılmıştır. Buna göre 50 yıllık bu sürede sebzelerde kalsiyum, magnezyum, bakır ve sodyumda, meyvelerde ise magnezyum, demir, bakır ve potasyumda önemli düzeylerde gerilemeler oluşmuştur. Sonuçlar bu düşüşlerin endüstriyel tarımın gelişmesinden veya çeşitlerin değişmesinden meydana gelebileceği şeklinde yorumlanmıştır (Mayer, 1997).

 

ABD’de benzer tarzda yapılan bir araştırma ile 1950 – 1999 yılları arasındaki 50 yıllık süre içinde çoğu sebze olan 43 sebze ve meyvede 13 besin maddesinde besin değerlerindeki değişimler incelenmiştir (Davis ve ark., 2004). Protein, kalsiyum, fosfor, demir, riboflavin ve askorbik asit düzeylerinde 1999’da 1950’ye göre düşmeler görülmüştür. Örneğin ıspanakta askorbik asitte (C vitamini) düşme oranı % 52’dir. Soğanda ise bu düşme % 28’dir. Demir oranındaki düşüşler soğanda % 56, ıspanakta ise % 10 olmuştur. Araştırmacılar bitkilerin besin içeriklerindeki değişimleri aradan geçen bu süre içinde çeşitlerdeki farklılık ile açıklamışlardır. Islah çalışmalarında verim artışı sağlanırken besin maddelerinde düşüş gerçekleşmektedir. Araştırmacılar brokoli, patates vb. birçok üründe değişik çeşitleri kullanarak aynı koşullar altında yapılan denemelerde antioksidanlarda görülen farklılıkların çeşitlerden kaynaklandığını belirtmişlerdir. Bu nedenle bugün organik tarım yapan üreticilerin endüstriyel çeşitleri kullanarak besleyici değeri yüksek ürünler elde edemeyeceklerini, eski çeşitlerin veya besin içeriği açısından geliştirilecek yeni çeşitlerin kullanılması gerekeceğini de eklemektedirler.

FAO’nun 150 ülke raporuna dayanarak yayınladığı çalışmaya göre, son yüzyılda dünya biyolojik çeşitliliğinin yaklaşık % 75’i kayboldu (FAO, 1996). Çin’de 1949’da 10 bin buğday çeşidi varken, 1970’lerde sadece bin adedi kaldı (Norberg – Hodge, Goering, 2001). ABD’de lahana çeşitlerinin % 95’i, mısır çeşitlerinin % 91’i, bezelye çeşitlerinin % 94’ü, domates çeşitlerinin % 81’i kayboldu.

Dünya tohum ticaretinde ilk on şirketin payı 1996 yılında % 37 iken, 2006 yılında % 55’e ulaşmış bugün ise % 60’ın üstündedir. İlk üç şirketin payı ise % 40’ın üstündedir. Uluslararası ticareti yapılan tohumlukların (22 bin 900 milyon dolar) % 85,6 sı şirket mülkiyetinde patentli tohumlar (19 bin 600 milyon dolar) olup, ilk on şirketin payı % 64’tür. Türkiye’de ise ayçiçeği, pamuk ve mısır gibi tohumluklarda beş – altı şirketin payı % 90’ların üstünde. Sebze üretiminde ise Türkiye’de ilk iki şirketin payı % 61,1’dir.

Türkiye’de 1950’li yıllarda ekilen buğday türlerinin hepsi yerli türlerden oluşurken, bugün ekilen buğday türlerinin sadece % 5’i yerli türlerden oluşuyor.

Buğday Ekolojik Yaşam Derneği