Mudurnu’da Eski Ramazanlar

mudurnu

Çocukluğumda yaşadığım ve bende hoş anılar bırakmış en güzel günlerden biri Ramazan günleriydi. Çocuk dünyamızda sıkıntılarımızın olmaması, ailemizin mutlaka var olan sorunlarından habersiz olmamız, çocukluğumuzda yaşadığımız her şeyi, güzel kılıyordu.

Bazı ramazan günlerinde iftarda misafirlerimiz olurdu. Biz de başkalarına iftar yemeğine gidiyorduk. Annem Ramazan haricindeki yemek davetlerine bizi götürmezdi. Üç tane çocukla başkasına yemeğe mi gidilirdi? Sonra ayıp(!) olurdu. Hele dördüncü kardeş de aramıza katıldıktan sonra, asla. Annem bir yere gitmeden önce, bizim karnımızı güzelce doyururdu, içi rahat giderdi. Ama Ramazan davetlerine biz çocuklar da giderdik. ‘Mübarek gün çocuklar evde bırakılmaz’dı. Büyüklerimiz böyle derlerdi. Böyle söyleyen büyükleri çok seviyordum.

Ramazan ayı yaklaştığında, evlerde bir telâş başlardı. Temizlikler yapılır, yufkalar (gözlemeler) pişirilirdi. Yapılan yufkalar üst üste dizilir, bir kuleyi andırırdı. Gözlemesiz ramazan olmazdı.

Sahurda bu gözlemelerden börek yapılırdı. Annem gece yatmadan önce gözlemeleri ıslatır, yumuşatırdı. Her birinin içine peynir veya cevizle karışık peynir koyar, gözlemeyi kare şeklinde katlardı. Sahura kalktığımızda, bunları tavada kızartırdı.  Sırf bu gözlemeleri yemek için bile sahura kalkmak istediğimi itiraf etmeliyim.

Zaten, ramazanda en hoşuma giden şeylerden biri de, gece sahura kalkmaktı. Oruç tutsam da tutmasam da sahura kalkmak isterdim.  Annem sofrayı hazırlar, bizi çağırırdı. Uyku mahmurluğuyla gözlerim yarı açık açık kapalı yediğim o sahur yemeklerinin tadını nasıl unuturum!

Oruç tutmayacağımız zamanlarda annem, nasıl olsa oruç tutmayacağız diye, uykumuz bölünmesin diye bizi sahura kaldırmadığında ona küserdik. Gece, onların tıkırtısından bazen uyanır, bizi çağırmadıkları için sofraya oturmazdık. Ama ablam ve kardeşimle beraber odamızdan çıkar, güya tuvalete gider gelir, tekrar yatağımıza dönerdik. Hatta kalktığımızı duyurmak için biraz gürültülü bile yapardık. Kapıları sert açar, sert kapatırdık. Yani; ‘Biz uyandık ama bizi çağırmadığınız için sofraya gelmiyoruz işte! Yemekleriniz de, gözlemeleriniz de sizin olsun!’ demek isterdik.

Annem, babamla beraber sahurda yedikleri yemeklerden mutlaka bize ayırır, öğle yemeğinde önümüze koyardı. Ne ben, ne kardeşlerim o yemeklere elimizi bile sürmezdik. Çocuk aklımızla protesto ederdik.

Oruçlu olduğumuz günler, iftar topunun atılmasını beklemek ne büyük zevkti. Topun patladığında çıkardığı alevi görebilmek için, mahallenin yüksek bir yerine çıkardık. Elimize bir parça pide almayı ihmal etmezdik. Çünkü açlıktan bayılmak üzere olurduk. İftara yakın o dakikalar geçmek bilmezdi. Sanki iftar yaklaşınca, saatin akrep ve yelkovanı daha ağır ilerliyordu. Top atılır atılmaz, kıtlıktan çıkmış gibi pideyi midemize indirir, koşarak evin yolunu tutardık. Annemin özenle hazırladığı yer sofrasına otururduk. Annem ve babam biraz ağır yememiz konusunda bizi uyarırlardı. Ama dinleyen kim? Saatlerce aç kalmış olmanın açgözlülüğüyle yemeklere saldırırdık. İftardan sonra bize bir ağırlık çöker, uyku bizi içine çeker, oturduğumuz yerde derin bir uykuya dalıverirdik.

Annem bizi oruç tutmaya özendirirdi. ‘Biz büyüklerin orucu mum ışığı kadar, ama siz çocuklarınki elektrik ampulü kadar sevap’ derdi. Sofra başında iftarı beklemenin zevki de bir başkaydı. İftara on, onbeş dakika kala sofraya otururduk biz çocuklar. Gözümüz sofradaki yemeklerde, kulağımız top ve ezan sesinde olurdu. Müezzin ezan okuduğunda, babam orucunu açmakta acele etmezdi. Sebebini sorduğumda bir gün bana; “Müezzinin eve gitmesini bekliyorum” demişti. Bize sabırlı olmayı, nefsimize hâkim olmayı öğretmeye çalışıyordu. Zaten orucun anlamı da bu değil miydi? Hiç babamdan geri kalır mıydık? Onunla beraber biz de beklerdik. Sanki hak etmediğimiz bir şeye el uzatmamış olmanın huzurunu içimizde duyardık. Müezzinin, bizden daha uzun süre aç kalmasına gönlümüz razı olmazdı.

Ah, yine çocuk olsam! Annem beni sahura kaldırsa. Gözlerim yarı açık, yarı kapalı, o sevdiğim gözleme böreklerini yesem. Davulcu kapımıza gelip, mâni söylese. Ben de babamdan alacağım bahşişi davulcuya versem. O da hemen ayaküstü düzeceği bir mâniyle atıfta bulunsa. Çocukluğumdaki bayramlara dönsem. Annemin diktiği giysilerle mutlu olsam. Avucuma sıkıştırılan madeni paralarla şıkır şıkır oynasam, onları harcamaya kıyamasam. O günler, şairin ‘Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer’ dediği günlermiş meğer… Biz sırayı çocuklarımıza verdik. Bayramda onlar gülsün oynasın, onlar mutlu olsun. Çocuklarımızın mutluluğu, bizim mutluluğumuzdur.

Yazı: Kâmuran Esen, fotoğraf: İsmail Şahinbaş