Fırat’ın Kenarında

Sabahın erken saatlerinde Erzincan üzerinden Divriği’ne doğru yol alıyordum. Her zaman olduğu gibi minibüsüm ve Kazım Koyuncu’nun müziği eşlik ediyordu bana. Yolda bana asıl eşlik eden Fırat Nehri idi aslında. Bir yandan Fırat yatağında, diğer yanda ben yolda akıyorduk.

Sabahın çok erken saatleri olduğu için yol boştu. Fırat’ı izleye izleye giderken yolda yaşlı bir amcanın el kaldırdığını gördüm. Gördüm ama duramadım birden. Yaklaşık 1 km yol gittikten sonra geri döndüm. Yaşlı amcayı ön koltuğa alıp yoluma devam ettim. Yaşlı adam, sabah beşte yola çıktığını, sapağa gelmesi bir saat yol yürüdüğünü öğrendim. Hayırdır amca diye sorunca; sakat bir kızı olduğunu, yeşil kart için karakola gittiğini söyledi. İçimden çok üzüldüm. Bu kadar yaşlı bir amca neden bu saatte yola çıkar. Devlet kavramı nedir? Devlet sakatı, yaşlıyı, ihtiyaç sahibini arayıp bulacak, utandırmadan ellere muhtaç etmeden sıkıntılarını giderecek bir oluşum değil mi? Ah rahmetli Kazım, biz senin kadar gür sesle düşüncelerimizi söyleyemedik.

Ben, minibüs, Kazım Koyuncu, Fırat, yaşlı amca ile hep birlikte yolculuk yapmaya başladık. Yolda bir adam daha el etti minibüse. Bu adam çok yaşlı sayılmasa da, yaşı en az 65 civarında idi. Bu adamı da aldıktan sonra çok gitmeden, ilk aldığım yaşlı amca, karakolun kenarında yolda indi. İkinci aldığım amcaya, öne gelmesini istedim.

Fırat yine sol yanımızda, ilerledik. Amca bana nereye gideceğimi sordu. Bende yolum önce Divriği’ne oradan da İstanbul’a olacak dedim. Memleketimi sordu, söyledim. Ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı ve tabiî ki buna benzer sorular sorarak beni tanımaya çalıştı. Bende ona çok açık yüreklilikle cevaplar verdim. Tuttuğum takımlara kadar anlattım. Dergi çıkarıyorum kısmına takılmış olacak ki, “bak oğul” dedi. “Gerçi siz bunları yazamazsınız ama ben gene anlatayım” diyerek girdi konuya. Önce memleketin genel durumu, öğretmen oğlunun İstanbul’da ki geçim derdini ardından da Anadolu’nun tükenişini özetledi.

Lafını hiç kesmedim. Kemah’a kadar bu Anadolu köylüsünün anlattıklarını dinledim. Bir yanımda Fırat, inişli çıkışlı yollar, kısık sesle olsa da Kazım’ın hüzünlü müziği ve amcanın anlattıkları. Başka bir moda girdim birden. Ülkenin geldiği durumu öyle iyi süzmüş ki nasıl anlatayım. Anadolu’da biten tarım ve hayvancılık, bitmeyen kardeş kavgası vs her şey.

İçinde bulunduğum ortamı özetlemem çok zor. Bazı anlar gerçekten yaşanmalı. Bir saatlik yolculuktan sonra son anlattığı betimleme aslında her şeyin özünü anlatıyordu. “Evlat, biz eskiden aynı evde 8 kişi yaşardık. Bir öküzün sürdüğü tarladan sekiz kişi doyardık. Tarla aynı tarla, ekin aynı ekin ama bir traktörün sürdüğü tarladan iki kişi doyamıyoruz. Ektiğimizin karşılığını alamıyoruz. Açıkçası harcanan emek ve para, elde edilen ürünü karşılamıyor” dedi.

Evet, ‘bir öküzün sürdüğü tarla’ sözü bana çok anlamlı geldi. Öküz, tarla ve kadınlar. Nazım’ın şiiri geldi aklıma. Bu sözlerin üzerine ben ne yazayım. Anadolu’da hayvancılık bitmiş, tarım ise bitmek üzere. 1980’lı yıllarda kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biri olan ülkem borç batağında. Köylüsü, kentlisi gelecekten ümitsiz. Tüketim toplumu olmuşuz açıkçası.

Yazacak çok konu var elbet, gidilecek, dinlenecek de çok insan. İlkokula giderken ünite dergilerinde gördüğüm, hayal ettiğim Anadolu yok artık. Ama artık birileri bilmeli, ya da bu toplum anlamalı ki ‘başka Anadolu’ da yok. Fırat’a ve isminden sabıkalı İliç’e veda edip Kazım’ın ‘Dido Nana’sı ile Divriği’ne doğru yol aldım.