Eyvah Tatile Çıkıyoruz!

Mutlaka içlerinde birkaç sayfa işaretlenmiştir. Nereye gitmeli, ne yapmalı da kısıtlı izin günlerini en iyi şekilde değerlendirmeli? Yeni yerler görme isteği ve tesisten, hizmetten, gidilen yerden memnun kalmama endişesi. Arkadaşlarla yapılan tatil konuşmaları. “Ama her şey dâhil sistemi de çok sıkıcı. Otele kapanıp kalıyorsun, deniz, havuz ve yemek”… “Ya, şu alternatif tatil tutkunuzu anlamıyorum. Tatile dinlenmek için çıkarsın. Niye dağ tepe bayır yürüyüp barakada çadırda, otun böceğin içinde kalırsın”? Eğer yanlızsanız bir de tatil arkadaşı bulma çabası eklenir bunların üzerine. Alternatif tatil tutkunuysanız işiniz zor. Arkadaşlarınız odadan havuza yürüme mesafesini bile dikkate alıyor olabilir. Yarım saatlik bir tırmanışla aşılan tepeden sonra denize ulaşmak mı? “Arkadaşım, sen tatil dediğin o işkenceye kendin git. Biz seni havuz başından arar gerekirse kurtarma helikopteri göndeririz.”

E-postalarınızın birinde bir adres vardır. Biz gibi uzaylı sanılan arkadaşların, hakkında bilgi sorduğu bir yer. http://www.sanatkampi.com/ . Bilgimiz yoktu. Bir bakalım. “Hayatı yaşama sanatı”, “Fethiye Kayaköy’de doğa, deniz ve sanatla iç içe bir tatil…” Resimler, ziyaretçi defteri ve diğer bilgiler. Tüm beklentileri karşılıyor sanki. Rezervasyon ve otobüs biletleri tamam. Bir atölye seçilecek kamp süresince uğraşmak için. Fotoğraf, perküsyon, ahşap oyma, rölyef vs. Fotoğraf tabiiki. Makinamız, filtrelerimiz, yedek kartımız ve tripodumuz…

Evet, sonunda otobüs hareket etti. Güle güle İstanbul, güle güle hırçın şehir yaşamı. Fethiye’de Mutlu Bey ile irtibattayız. Misafirleri servisle alacaklar. Sırt çantam, valizim ve telefonum. “Tamam, sizi gördüm tam arkanızdayız, minibüs burada bu tarafa bakın”. Mutlu Bey! Servis! Yani minibüs! Mutlu Bey, kelli felli tesis yöneticilerinden değil. Akranınız. Minibüs ise bildiğiniz şehir trafiğinin kâbusu, Beşiktaş – Sarıyer hattı sarı minibüslerinin gök kuşağı renklerinde boyanmışı. O şehir canavarı halinden eser yok. Sizi alıp 68 kuşağına götüren renkleri ve olmayan camlarıyla benzersiz bir tatil geçireceğinizin ilk müjdecisi. İçinden fırlayan İtos ve Çaki de size hoş geldiniz diyor bir iki havlamayla. Haydi, Kayaköy Sanat Kampı’na.

Fethiye’nin çam ormanlarıyla kaplı yollarında güzel etnik müzikler eşliğinde yol alırken taze ve çam kokulu havanın her molekülünü ciğerlerinize çekiyorsunuz. İlk tanışmalar minibüste. Genel izlenim, şehrin karmaşasından kaçan insan topluluğu!

Nihayet Kayaköy Sanat Kampı’nın kapısından girdik. Kapının sağ yanında pirinç bir plaka yok. Üzerinde beş adet yıldız da. Evet, gelmeyi istediğim yer burası işte. Odalara yerleşip yemek alanında toplanıyoruz. Mutlu, Nihal ve ekip kâh bizlerle sohbette kâh kampın işlerinde. Mutfaktaki anneler, teyzeler telaşlı. Yeni misafirler geldi, acıkmışlardır. Hemen taş fırın yakılıyor, kocaman gözlemeler hazırlanacak. Mutlu kamp programı hakkında bilgi veriyor. Atölyeler 11.00–13.30 arası. Sonrasında yemek molası. 15.00–15.30 gibi denize yolculuk. Her gün ayrı bir koya (Ahh! Gözlemeler çok lezzetli ve çok sıcak, yandım) yürüyerek, bisikletle veya minibüsle gidilecek. Cuma günü tekne gezisi, Cumartesi serbest gün. “Eeee! E, hoş geldiniz arkadaşlar”.

Kamptaki herkes o kadar doğal ve cana yakın ki sanki tatile değil, arkadaşınıza, halanıza teyzenize ziyarete gitmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Odalar meyve bahçesi içinde taş yapılar, klimaya ihtiyaç bırakmıyor. Çadır veya çardak alternatifleri de var tabi.

Yemekler bahçenin, bostanın ürünlerinden taze taze ve çok lezzetli yapılıyor. Alıştığınız ev yemeği lezzetinde. Yani, açık büfede dünya mutfaklarının envai çeşidini tadıp mide fesadı geçirmeyeceğiniz öğünler sizi bekliyor. Yemek yenilen yerde televizyon yok. Onun yerine güzel müzikler ve masa başı dost sohbetleri var. Uzun zaman olmuştu böyle sıcak muhabbetler yapmayalı. Ne? Ya Lost’un bilmem kaçıncı sezonunun bilmem kaçıncı bölümünü kaçırırsanız mı? Boş verin. Nasıl olsa siz gelene kadar adadan kurtulamayacaklar. Siz, burada kendi Lost’unuzu yaşayın. Hatta mümkünse cep telefonunuzu bile kapatın, saatinizi bavulunuza koyun.

İlk gezimiz Pazar öğleden sonra. Kayaköy’ü gezeceğiz, tepede gözetleme kulesine kadar çıkacağız. Yolda ahşap oyma atölyesine uğruyoruz. Müge Hocamızın kucağında Rüzgâr bebek karşılıyor bizi. Gülücükler saçıyor dünyaya karşılık beklemeden. Boğum boğum ellerine dokununca kendinize geliyorsunuz. Reiki, yoga tai-chi… Pozitif enerjinin en tatlı hali karşınızda size dokunuyor. Size gönderdiği gülücüklerle hayat enerjinizi dolduruyorsunuz. Yola devam…

Belki Efes ve Bergama gibi antik kentleri gezmişliğiniz vardır. Ama Kayaköy biraz farklı. Çok yeni terkedilmiş. Tanıklarından halen hayatta olanlar var. Taş sokaklarda yukarı doğru çıkıyorsunuz. Köyün ilk kilisesine uğruyoruz. Tuhaf! Ürkütücü bir terkedilmişlik değil. Duygularınız karışıyor. Hava sıcak ama bunaltıcı değil. Hafif bir rüzgâr sizi serinletiyor. Sizinle Kayaköy’ün sokaklarında dolaşıyor. Kayaköy yorucu sayılabilecek bir yamaca kurulmuş. Manzaraya hâkim noktalarda fotoğraf makinenizi çıkartıyorsunuz anı dondurmak için. Ama Kayaköy’de zaten zaman donmuş… Basıyorsunuz deklanşöre.

Gözetleme kulesi köyün en tepesinde hem tepenin ardındaki Soğuksu koyuna hâkim hem de köye. Keçi yolu misali bir inişle denize ulaşabiliyorsunuz. Turkuaz rengi sular sizi büyülüyor. Görüntüsü bile yorgunluğunuzu alıp açık denizlere götürüyor. Ama bu yarının rotası. Şimdi köyün iç kısımlarını görme vakti. Yıkılmış taş evlerin arasında ocak ve bacaları sağlam kalan evler var. Evi iki kata ayıran ahşap kirişler artık yok. Taşların arasından otlar bitmiş. Yukarı kiliseye geliyorsunuz. Gün batımını köyün sokaklarında karşılayıp kampa geri dönüyorsunuz. Lezzetli yemekler, hoş masa başı sohbetleri sizi bekliyor.

Yemek sonrası kampın diskosunda Kayaköy belgeselini seyretmek üzere toplanıyoruz. Gündüz gezdiğiniz yerler, hikâyeleri ile birlikte bir de perdeden yansıyor. Söylenecek söz yok. Yol yorgunluğu da kendini göstermeye başladı. Doğru tercih yapmanın mutluluğu, Kayaköy’ün hüzünlü ve dopdolu geçen bir günün huzuru, yol yorgunluğu ile katışıp yastığa beş kala sizi derin uykulara çekiyor.

İkinci gün yeni doğmuş gibisiniz. Sanki Kayaköylüsünüz. Sonra kahvaltıya. Ama önce dalından bir şeftali, erik ya da dut kopartıp ağzınızı tatlandırabilirsiniz.

Perküsyon hocamız Tuncay akşam gelmiş. Fotograf hocamız Nurcan kampın ilk anından beri bizlerle zaten. Haydi, herkes atölyelere. Perküsyon, rölyef ve fotoğraf atölyeleri kamp alanında yapılıyor. Ahşap oyma için beş dakika uzağa yürüyorsunuz. Atölyeler öyle çok zor profesyonel falan değil. Tadımlık çalışmalar. Hoşunuza giderse, yapabileceğinizi düşünürseniz kamp sonrası hayatınızda devam ettirirsiniz diye eğlenceyle harmanlanmış. Atölye zamanı çabucak geçiyor. Öğle yemeği zamanı…

Parkur 1: Soğuksu Limanı. Dün zaten tepeye kadar gidilmişti. Şimdi tepeden aşağı denize doğru inilecek. Bir önceki günden parkura şıpıdık terliklerle çıkılmayacağını tecrübe ediyorsunuz. Terlikleriniz çantanızda. Havlunuz, suyunuz, güneş kreminiz ve şapkanız. Tepeden aşağı inerken bol bol fotoğraf çekiyorsunuz. Her açı size farklı bir güzellik sunuyor. Hâkim renk yeşil ve turkuazın her tonu. Alışkın değilseniz iniş biraz yorucu olabiliyor. Ama olsun sonunda mas mavi deniz kucaklayacak sizi. Koyun sağ tarafında bir girinti var. Oraya kadar yüzerseniz neden soğuk su dendiğini anlıyorsunuz. Kayaların altından çıkan kaynak suları, daha yaklaşırken sizi üşütmeye yetiyor. İsterseniz kaynağa kadar gidebilirsiniz. Akşamüstünde koya gözleme sandalları geliyor. Midenizin sesini dinlemezseniz dönüş yolunda tepeyi çıkarken gurultularına katlanmanız gerekir.

Akşam yemeği sonrasında Kayaköy’de ki Poseidon Bar’a gidiliyor. Yanıp sönen ışıklar bangır bangır bir müzik yok bu barda. Yamaç evlerinin hemen kıyısında, çay bahçesi gibi duran kendi halinde bir bar. Müzik setinden hafif ve hoş nameler geliyor. Ahşap çardağa çıkıyoruz gitar ve udumuzla. Gece karanlığındaki Kayaköy silueti yanı başımızda. Gök kubbenin tüm yıldızları da üzerimizde. Titreyen mum ışıklarında şaraplarımız geliyor. Muhabbet başlıyor, müzik başlıyor. Kendimiz çalıp kendimiz söylüyoruz. Kayaköy’ün yalnızlığı dostluk ediyor şarkılarımıza. Gökyüzünün yıldızları en pahallı ışık sistemlerini kıskandırıyor…

Sabah kahvaltısının konusu Poseidon’daki gecenin güzelliği ve bugünün programı. Bugün gemiler koyuna gideceğiz o şirin minibüsle. Oradan St. Nikolas Adası’na geçip güneşin batışını seyretmek için tepeye çıkacağız. Öğlen yemeğinden sonra herkes hazır. Şarkılar, türkülerle Gemiler Koyu’na gidiyoruz. Reji küçük bir motorla bizleri adaya taşıyor. Koya hâkim bir çardakta mis gibi tavşankanı çay içiyoruz. Kilise kalıntıları arasından denize giriyoruz. Gün batımına yakın tırmanış başlıyor. Tepeye varana kadar kilise binalarının kalıntıları arasından geçiyoruz. Yeşilin arasında kayboluyoruz. Tepeye geldiğimizde mavi ve yeşilin kucaklaşmış her tonu sarıyor etrafımızı. Gökyüzü, Darboğaz tarafından kendini kızıla doğru bırakıyor. Sonra, çektiğimiz fotoğraflardan görecektik, yüzümüzdeki mutlu tebessümleri. Güneşe iyi geceler deyip aşağı iniyoruz. Tekneyle tekrar koya gelip kampa geri dönüyoruz. Bu akşam dinlenme akşamı, kamptayız. Yemekten sonra çay demliyoruz kendi evimizmiş gibi. Muhabbet çayın demi gibi koyu. Her yudumundan, her kelimesinden keyif alıyoruz. Yarın büyük Ölüdeniz yürüyüşü. Kendimizi yorgun hissetmiyoruz ama uyumak da gerekli.

Atölyelerde elle tutulur sonuçlar çıkmaya başladı. Herkes yaptıklarından memnun. Sanatçının, eserine verdiği emeği anlamak da yanımızda artısı. Hava hayli sıcak. Ölüdeniz’e 2,5 saatlik muhteşem bir yürüme parkuruyla varılıyor. Ama isteyenler minibüsle direk gidecek. Kaçırmamam gereken bir parkur ama dizim şiddetli bir şekilde ağrıyor. St. Nikolas Adası’nda kendinizi keçi burcundan adledip biraz fazla atlayıp zıplayınca böyle oluyor. Hassas şehir insanı vücudunuz “ben bunlara alışık değilim” diyor. Neyse ki bir ağrı kesici imdadıma yetişti. Yine de çok istediğim Ölüdeniz parkurunu yürüyemedim.

Ölüdeniz. Bembeyaz sahilin, turkuaz denizle nazar boncuğu misali kaynaştığı, yamaç paraşütünden izlemeye doyamayacağınız güzellikteki cennet köşemiz. Güneşlenin, yüzün, bir gölgede muhabbet edin, süzülen paraşütleri izleyin. Hatta korkmuyorsanız sizde yapın. Motor sesi yok. Sadece rüzgâr, siz ve Ölüdeniz. Bırakın bu sefer kuşlar kıskansın sizi.

Ölüdeniz’e giderken ve dönerken bölgenin eğlence ve alışveriş merkezi konumundaki Hisarönü Kasabası’ndan geçiliyor. Burada eczane, market ve birçok bankanın para çekme makinesi mevcut. Uygun ve kısa bir mola ile acil ihtiyaçlar buradan karşılanabilir. Bu arada minibüs tüm turistlerin ilgi odağı. Kayaköy’de eczane olmadığından kullandığınız veya kullanmanız muhtemel ilaçlarınızı yanınıza almanız iyi olur. Yoksa Hisarönü’ne gitmeniz gerekebilir.

Akşam programımız belli. Canlı müzik ve havuz başı partisi. Çekilen resimler “alternatif tatilde çılgınca eğlence yok ki, kampta kendinize eziyet ediyorsunuz” diyenlere atfedilir.

Perşembe günü Darboğaz parkuru. Yaklaşık 5 km. İsteyen bisikletle gelebilir. İsteyenler yine şirin minibüsümüzle. En son ne zaman bisiklete binmiştim? Ne fark eder ki nasıl olsa bisiklete binmek hiç unutulmuyor. Tuhaf değil mi? Atlıyoruz bisikletlere, yükleniyoruz pedallara. Rengârenk minibüsümüzü takip ederek yine, şarkılı türkülü çam ormanlarının yeşiline dalıyoruz. Ahhh! Uffff! Amanın! Ben çocukken ne yokuşlar tırmanırdım vitesi bile olmayan bisikletimle. Şuncacık eğimi mi aşamayacağım. Offf neyse, virajdan sonrası yokuş aşağı. Minibüs bekliyor virajda. Ve karşınızda Darboğaz. Böyle bir mavi… Bu gerçek olamaz. Yorulmuşmuydunuz yoksa. Yok, canım ne yorulması bu maviye yorgunluk mu kalır. Kıvrıla kıvrıla giden yokuşun ardında sizi bekliyor sular. Bırakın kendinizi tamamı çam ağaçlarıyla örtülmüş yokuşa. Bungi jumping de neymiş bizim eski bisiklet heyecanlarımızın yanında. Mis gibi hava bedeninizi tazelesin. Heyoooo ben çocuk oldum galiba. Bu hava beni gereğinden çok tazeledi. Üzerimde kısa pantolonum bile var. Ne farkım var ki bir çocuktan şu anda? Sandığın derinliklerinden çıkardım bu heyecanı, yokuş bitene kadar kalsın üzerimde.

Ama cennete ulaşmak o kadar kolay değil. Bisikletleri bıraktıktan sonra bir on dakika kadar patikadan ilerlemeniz gerekiyor. Sonrası, masmavi sular ve siz. Gözlemeci sandallar istenirse buraya da geliyor. Dönüşü de bisikletle yapmak isteyen çılgınlara ballı çikolatalı gözleme önerilir. Çocukça indiğiniz yokuşu çıkmak hiç de kolay olmuyor! Deniz, güneş, mavi sular ve koyu muhabbetler. Her anı farklı ve keyifli bir tatil. Yok, yok bu olamaz ben öldüm ve cennetteyim diye bir yerlerinizi çimdirmeye gerek yok. Yaşadıklarınızın hepsi gerçek.

Perşembe akşamı yine eğlence akşamı. Akşam yemeğinden sonra kirlenmemesi için özen gösterdiğiniz kıyafetlerinizi bavulunuzdan çıkarıp Hisarönü’nün çılgın gecelerine süzülmek için hazırlanıyorsunuz. Yerimiz Ata Bar. Canlı müziğin olduğu bir Rock Bar. Grubun performansı harika. Bir iki parçada sizi yerinizden kaldırıyorlar. Bir bakmışsınız kamp ahalisiyle birlikte pistin ortasında çılgınca eğleniyorsunuz. Bu esnada çekilmiş bir iki pozunuz varsa arkadaşlarınızı alternatif tatil yaptığınıza inandırmakta zorlanabilirsiniz.

Gece üç gibi kampa geri dönülüyor. Yemek alanında uyuklamaya meyilli bir iki kişi var gibi. Ortaya bir çorba lafı atılıyor. Oda ne? Müşterinin mutfağa girdiği nerede görülmüş? Ne müşterisi, biz misafiriz. Bayan arkadaşlar sağ olsun bir tencere çorbayı yapı verdiler hemen. Afiyetle ve muhabbetle içtik çorbalarımızı. Sabah annelere ve teyzelere iş olmasın diye bulaşıkları yıkayıp tezgâha dizmeyi de ihmal etmedik.

Artık uyku vakti. Kahvaltı sonrası tekne turuna gidilecek direk. Cuma günü atölye yok. Yamaç paraşütü yapmak isteyenler, akşamüstü Ölüdeniz sahiline bırakılacak. Hava uygun olursa Ikarus pilotlarıyla yamaç paraşütü yapıp servisle kampa dönecekler. Yapmayanlar yine tekneyle Gemiler koyuna dönecek. Tekne gezisinin hedefi Kelebekler vadisi. Denize açılan eşsiz bir vadi. Milyonlarca kelebeğe ev sahipliği yapıyor. Kelebekler vadisine kadar bir kaç koya daha uğruyor ve öğlen yemeğimizi yiyoruz teknede. Ölüdeniz’in karşısından geçip Kelebeklerin sahiline yanaşıyoruz. Tek parçaymış gibi duran kaya duvarları daralarak bizi vadinin derinliklerine, kelebeklerin mekânına, şelalenin serinliğine çağırıyor. Durmak ne mümkün. Devasa kayaları aşıp vadinin iyice daraldığı şelaleye kadar gidiyoruz. Yüksekçe bir kayanın üzerinden incecik akan şelalenin altına girip ruhunuzu ve bedeninizi dinlendiriyorsunuz.

Dönüş yolunda rüzgâr nedeniyle yamaç paraşütü uçuşlarının iptal edildiğini öğreniyoruz. Arkadaşlar şanslarını Cumartesi deneyecekler artık.

Kampta akşam yemeği sonrası fotoğraf gösterisi var. Tatil boyunca çekilmiş fotoğraflarınız sizlerle paylaşılacak. Ama önce akşam yemeği. Dolması, kızartması, çorbası, humusu, salatası, of bakması bile doyurdu. Lezzetini ise tarif edemem. Yemeniz gerekli.

Fotoğrafların bir kısmı siz fark etmeden uzaktan çekilmiş. Yüzünüzdeki mutluluğu, ruhunuzdaki coşkuyu dışarıdan görüp şaşırıyorsunuz. Ben daha önce tatil yapmamışım diyorsunuz. Bu kadar yürüyüp, tırmanıp, davul çalıp, taş oyup ve geceleri de eğlenip nasıl yorgun olmadığınıza hayret ediyorsunuz. Ve Cumartesi günü nasıl döneceğinizi kara kara düşünüyorsunuz. İletişim bilgileri alınıyor yeni arkadaşlardan. Parola belli “Kaya”. Hayat çizginizin bir yerine oturmuş koskocaman bir kayanız var artık. Diğer tatiller gibi değil. Bi dur demiş size. Merak edip üzerine çıkmışsınız. Ve hayatı bu noktadan hiç seyretmediğinizi fark etmişsiniz. Kaya’nın sesini dinleyip bir soluklanmışsınız…

Şimdi yola kaldığınız yerden devam. Ama yaşama sanatını öğrenmiş bir sanatçı olarak.

Tatil, sanat eseri gibi olmalı. Eşsiz ve özgür…