“Evet, Organik Tarım Dünyayı Besleyebilir!”

organik

  1. Dünya Organik Kongresi’nin ana konuşmacılarından, Amerikalı gıda yazarı ve aktivisti Anna Lappé, kongre izlenimlerini yazdı.

Birkaç yıl önce, bir biyoteknoloji ticareti toplantısında, GDO’larla ilgili bir paneli dinliyordum. İki saatlik oturum boyunca panelistler teknolojiye övgüler düzdüler; endüstrinin bir etkinliğinde çok da şaşırtıcı değildi bu. O zamanlar ticari olarak ekimi yapılan GDO’lar, bir böcek ilacı üretmek ve / veya tescilli bir zararlı ot öldürücüye direnç göstermek üzere genetiği değiştirilmiş tohumlarla sınırlıydı.

Ama sonra olanları hiç beklemiyordum; konuşmacılardan biri mikrofonu alıp GDO’lara karşı olanların insanlığa karşı suç işlemekten yargılanması gerektiğini söyledi. Gerçekten. Evet, bu yorumda bu terimi doğru kullanmamış olabilirler, ama benzer hisler, teknolojiyi kabul etmezsek dünyayı besleyemeyeceğimizi iddia eden biyoteknoloji endüstrisinin tüm söylemlerinde karşımıza çıkıyor.

Eğer geçen ay Türkiye’deki deneyimlerim bir gösterge ise, GDO’ların artan nüfusu beslemenin tek yolu olduğu görüşü, hem gıda ve tarım alanının önde gelen düşünürleri hem de dünyanın her yerinden gelen ve dünyanın çoğunu besleyen küçük çiftçiler tarafından kabul görmüyor.

Belki bu çiftçiler sermayenin desteğine sahip değil ama ben Dünya Organik Kongresi’nde birlikten doğan kuvveti gördüm. Bu yıl İstanbul’da yapılan kongre’ye 81 ülkeden gelen katılımcılar, organik tarımla ilgili en güncel araştırmaları tartıştılar ve organik tarımı teşvik eden özel ve kamusal gelişmeleri paylaştılar.

Orada duyduklarım biyoteknoloji yöneticilerinin ödünü koparacaktır: Organik tarım tüm dünyada, özellikle de ona en çok ihtiyaç duyulan yerlerde gitgide yaygınlaşıyor. Dünyadaki tüm organik üreticilerin yaklaşık yüzde 80’i gelişmekte olan ülkelerde; Hindistan, Uganda, Meksika ve Tanzanya başı çekiyor. Bugün 162 ülkede sertifikalı organik çiftlikler var ve sadece 2012’de 37,5 milyon hektar tarım arazisinde, 63,8 milyar dolar değerinde ürün elde edildi. Bu, dünyadaki toplam tarım alanının yüzde 1’inden az olsa da, bu sayılar organik ilkelerle ekilen arazilerin gerçek miktarını göstermiyor. Çünkü pek çok çiftçi resmi bir sertifika programının parçası değil. Bir de, organik tarımın mevcut desteklerin çok ufak bir bölümünü ve kimyasal tarım girişimlerine akıtılan araştırma fonlarının yüzde 0,4’ünü aldığını dikkate alın.

Ekim ayındaki üç günlük buluşmadaki temalardan biri de bu uygulamaları benimsemenin, gıda güvenliğinin anahtarı olarak görülmeye başlanmış olmasıydı. Ulusal tarım birimlerinden, Birleşmiş Milletler’in Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) kadar her yerde bu böyleydi. Birkaç konuşmacı, FAO başkanı José Graziano da Silva’nın yakın zamandaki bir zirvedeki sözlerini aktardı: “Üretimi arttırmak için girdisi yoğun modellere güvenemeyiz; geçmişin çözümlerinin sınırları ortaya çıktı.”

İstanbul’da, ABD’nin eski Tarım Bakanlığı Müsteşarı Kathleen Merrigan, bakanlıkta organik tarıma olan ilgi konusunda örnekler verdi: “Her şey çok değişti” dedi. “Elli bin kişi, Tarım Bakanlığı personeli olarak organik okur – yazarlık dersleri aldı.”

İstanbul’daki kongrede sunulan çalışmalar ve diğer araştırmalar, organik tarımın güvenilir bir şekilde yüksek verim sağlayabileceğini; afet zamanları ve zor durumlarda kimyasala dayanan ürünlerin verimi azalırken, organik tarım alanlarında işlerin iyi gittiğini gösteriyor. Organik tarım arazileri, örneğin kuraklık ya da sel gibi aşırı hava koşullarında, kimyasallarla yönetilen alanlardan çok daha iyi durumda oluyor. Rodale Enstitüsü’nün yürüttüğü 30 yıllık bir çalışma, organik tarım alanlarının kuraklık yıllarında, kimyasal kullanılan tarlalardan yüzde 33 daha fazla ürün verdiğini gösterdi. Organik tarım, ayrıca, çiftlikte kullanılan enerji miktarını ve sera gazı salımlarını da azaltabilir. Slovakya’daki bir karşılaştırmalı çalışma, kimyasal tarım sistemlerinin organik sistemlerden yüzde 50 daha fazla enerji tükettiğini gösterdi.

Küresel olarak yoksullukla mücadele eden ETC Group’un Genel Müdürü Pat Mooney, hazin öyküleriyle seyircileri büyüledi: “Endüstriyel tarımın monokültür tasarımı, gıda sistemimizdeki türlerin çeşitliliğini önemli ölçüde azalttı.”

“Geçtiğimiz elli yılda” dedi Mooney, “Endüstriyel gıda zinciri, gıda zincirimizdeki genetik çeşitliliğin yüzde 75’ini yok etti.” Mooney’nin mesajı yok olmakta olan biyoçeşitliliği korumada organik tarımın çok önemli bir yeri olduğu idi; çiftçilerin çok iyi bildiği gibi, bu gıda güvenliğinin de temeli.

Bütün bu ilgi, bütün bu fayda. Peki, organik tarım neden küresel pazarda daha büyük bir oyuncu değil? Bu sorunun cevabı kısmen güçle, özellikle de gücün kimyasal tarım modelinden kâr sağlayan tarım endüstrisi devlerinin elinde olması ile ilgili. Mooney iki hafta önce, dünyanın birinci ve dördüncü büyük gübre şirketlerinin birleştiğini söyledi. Biz Türkiye’de toplanırken, Monsanto’nun kontrolündeki bir şirketin de aralarında olduğu bazı çok uluslu şirketlerin, Sahra altı Afrika’sının en büyük tohum şirketi olan SeedCo’nun hisselerinin önemli miktarını aldığı haberi geldi. The Ecologist dergisinin yazdığı gibi “Bu, dünyanın en büyük üç biyoteknoloji şirketi olan Monsanto, DuPont ve Syngenta’nın, genetiği değiştirilmiş en önemli üç ekinden ikisi (mısır ve pamuk) için kıtadaki pazarda önemli bir yer edindiği anlamına geliyor.”

Endüstriyel tarımı ve GDO’ları teşvik edenlerin küresel gıda zincirinde egemen olmak için entrikalar peşinde olduklarını asla ileri sürmüyorum, ama gıda zincirinde gücün tekelleşmesi endişe verici. İstanbul’daki öykülerin en ilham verici yanı, belki de şuydu: Dünya Organik Kongresi’nin 981 katılımcısı, bunun karşısındaki güçlerin yüzüydü. Ön saflardaki çiftçiler, araştırmacılar ve savunucular bu şirket birleşmelerine karşı direniyor ve dünyayı besleyecek tam anlamıyla sürdürülebilir bir sistem için seslerini yükseltiyorlar.