Dağcılık…

Hepimiz zaman zaman uçlara yaklaşmak isteriz, çılgınca bir şeyler yapıp, adrenalini doyasıya hissetmek ihtiyaçlarımızdan bindir aslında. Kimimiz için arabayı her zamankinden biraz daha hızlı kullanmak ya da mazeret belirtmeksizin işe gitmemektir heyecan. Kimimiz için ise sırtında paraşüt binlerce metreden boşluğa atlamak, onlarca metre derinde köpekbalıklarını izlemek ya da dağlara tırmanmaktır.

Araç ne olursa olsun, heyecanlanmak, yaşadığını hissetmektir amaç. Bu hissi yakalamak için farklı yollar seçeriz ve karakterimiz, amaçlarımız temel belirleyicidir tercihlerimizde. Bu yazıda, muhtemel tercihlerden birini anlatmaya çalışacağım; dağcılık.

Aklınıza ilk gelen şeyin, uçsuz bucaksız düz duvarlara tırmanırken ölüme meydan okuduğunu düşündüğünüz, cesur, atletik ve hatta bir o kadar da çılgın bir dağcı olduğunu görür gibiyim, ama kısaca belirtmek gerekirse; yanılıyorsunuz…

Ne, dağcılık dümdüz duvarlar da Azrail ile oynaşmaktır; ne de dağcılar çılgın, atletik, ölüme susamış delilerdir! Biraz açıklayayım; Dağcılık meslek olarak başlamış sporlardan biri. 19. yüzyılda yüksek zirvelere ulaşmak isteyen maceraperest soyluların, kendilerine rehber olarak dağları iyi bilen buz taşıyıcılarını seçmeleri ile doğuyor bu spor.

Zaman geçtikçe birçok kişi bu sporu yapmak, zorlu zirvelere tırmanmak ve saygın kimseler arasına girmek için çaba sarf etmeye başlıyor. Aynı dönemlerde İngiliz kâşif ve maceraperest soyluların, sömürge Hindistan’ın her karış toprağına ayak basma isteği ile dağcılık doğuya ve daha yükseğe doğru ilerliyor.

İlginç olan şudur ki; doğumunda heyecan arzusu, hırs, doğa ile mücadele ve hatta emperyalizm kokusu bulunan bir spor zamanla seyircisi, yarışması ve hatta ödülü olmayan; hırstan ziyade paylaşımı, heyecandan ziyade bölüşümü ve doğa ile mücadeleden ziyade onunla uyumu sağlarken, kişisel gelişimi en üst noktalara çıkaran, bireye kendisini ve çevresini doğru algılamayı öğreten bir spor haline gelmiştir.

Bu yönüyle dağcılık, tüm diğer spor dallarından ayrılır. Spor olmaktan çıkıp, bir yaşam biçimi olarak dikilir karşımıza.

Yazı: İsmail Aydoğan, fotoğraf: İsmail Şahinbaş

Sırtçantam 1. sayı, Ocak 2005