Size anlatacağım öykü, hiç de yabancı olmadığınız, belki de en yakınınızda, komşunuzda, akrabanızda, ülkenizde, bölgenizde her yerde yaşanan, ama görmezden gelinen, hafife alınan, çoğu kez yaşamla ölüm arası bir karar olduğunun ayırdına varamadığımız öykülerden. Sadece biri.
Yazın başındayız. İstanbul’da hava nemli, güneş bizimle saklambaç oynuyor, yağmur onu kovalıyordu. Manolya ağaçları coşmuş, üstüne yüzlerce beyaz güvercin konmuş gibi çiçeklenmişti. Bazıları tarihten ses verircesine yaşlı ağaçlardı, ama çiçekleri gencecikti.
Uzun süren bir bahar yaşadıktan sonra, her zaman olduğu gibi yaz bastırıverdi. Hem de ilk günlerinde yakıcı poyrazla korkutarak. Doğa da anladı bizim korkuya itibar ettiğimizi. Korku toplumuyuz diyoruz ya, her konuda bizi önce korkutuyorlar, sonra daha az korkuya ya da acıya razı oluyoruz. Fareyle kedi misali. İnsanların sohbetlerine kulak kesilin, söyleşilerinin tümü korkuya dayalı. Neredeyse evden dışarı çıkmayacaklar.
Barış Meclisi’nin önerisiyle, Antalya Eğitim Emekçileri Sendikası bir yarışma açtı. Konu ‘Barış’tı. Milli Eğitim Müdürlüğü de liselere duyurusunu üstlendi. Yalnızca Antalya içindeki liseler katılacak ve barışı anlatacaklardı. Aslında amaç, gençleri barış hakkında düşündürtmek, bu konuda kendi aralarında da olsa tartışma ortamı sağlamaktı. EğitimSen, seçici kurul olarak, Hasan Kıyafet, Şükrü Erbaş, Nuri Erkal, Fevzi Ceylan, Nusret Gürgöz, bendeniz ve Nurettin Sönmez’i görevlendirmişti.
Hava bir açıp bir kapasa da, güneş bir bakıp bir kaçsa da, Antalya’dan kış uzaklaştı. Havada mis gibi portakal çiçeği kokusu savruluyor. Banketlerde kalan tek tük turunç ağaçları, portakal bahçeleri yok edilerek, yapılan sitelerin bahçelerinde kalarak, tanıklık eden birkaç portakal, limon .v.s var olduklarını kanıtlama derdinde. Aldığımız her nefese karışarak bizleri ferahlatıyor. Öte yandan ‘Bize nasıl kıydınız?’ çığlığı ile pişmanlıklar yaşatıyor.
Yüz yıl önce, 1910’da Clara Zetkin (Kadın hareketinin öncülerinden ve Almanya Sosyal Demokrat Parti liderlerinden) kürsüden heyecanla bir öneri sundu. Salonu dolduran kadınlar da aynı heyecanla ve oy birliğiyle öneriyi kabul ettiler. Salon; Danimarka’nın Kopenhag kentinde, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nın yapıldığı yerdi. Tam yüz yıl oldu. O gün yola çıkan kadınlar, yüz yıldır yürüyor. Bir arpa boyu yol gitseler de pes etmeye hiç mi hiç niyetleri yok. Karınca kervanı gibi, yürekleri kendilerinden kocaman. Zaten işin içine kadın girerse geri dönüşü yoktur. Tekel işçileri örnektir.
Havalar yine bozdu, kara bulutlar kapladı göğü. İspanya’dan fırtına yola çıktı. Yine yıkıp geçer mi? Yoksa yalnızca korkutur mu bilinmez. Ülkemin durumu da buna uyum sağlıyor. Her taraf politik fırtınadan toz duman. Sol yanımız hiç bu denli sıkışmamıştı. Ne yana baksak şaşkın ve suskun. Oysa biz her zaman demez miyiz? “Ne darbe, ne şeriat” diye.
“Ben beni bir daha ele geçirirsem,
Ab-ı hayat içersem demiyorum.
Kapılar açılsa bir daha,
Ben bu haneye bir daha girsem.
Yaşardım yine böyle kan revan içinde.
Yine böyle aşk ile sersem,
Ben beni bir daha ele geçirsem.” Nazım Hikmet
Aşkı Memnu dizisini izlemişsinizdir, en azından konuşulmaya başlandıktan sonra merak etmişsinizdir. Deniz Baykal, Meclis’in kürsüsünden bu diziyi örnek verdi. Radyo Televizyon Kurumu, ahlakı bozduğunu söyledi. İzleyenlerden de böyle düşünenler var. Kaldırılmasını isteyenler var. En çok da dizi izlemeyi küçümseyenler söylüyor. Onlar da izlemediyse nereden biliyorlar dizinin nasıl olduğunu? İzlemek istemediğin filmi televizyonun düğmesine basar kapatırsın. O filmin yayından kaldırılmasını istemekten daha kolaydır.
Ülkemiz en soğuk kışı yaşarken, olaylar da uyum sağlıyor. Televizyonu açar açmaz, buz gibi bir haber yüzümüze çarpıp ürpertiyor. Gazetemizi açıyoruz, okur okumaz gözlerimiz fal taşı gibi açılıp öylece kala kalıyor. Kendimizi toplamamız epey zaman alıyor. Bugün direnişinin 54. günü olan Tekel İşçileri kışın ve Ankara’nın amansız soğuğuna aldırmadan dayanırken, “Gayrık yeter” diyen halk da beklenenin üstünde destek veriyor.